Kararan Karanlığın Karartıları (1. Kısım) | Dina

User avatar
GM - Dimensio
Game Master
Game Master
Posts: 1852
Joined: 31 Jan 2022, 13:20

19 Sep 2024, 16:28

Ağzında tuttuğun kılıcı hızla eline doğru düşürüp kavrarken, bir yandan da üzerine gelmekte olan iblisin iki kılıcından kurtulmak için soluna doğru sıçramayı planlıyorsun. Bu hamlendeki en büyük sıkıntı, savrulan bedenini durdurmanın sana anlık da olsa bir vakit kaybı yaratacak olması oluyor. Nitekim bedenini yere indirdiğin anda, iblisin kılıçlarıyla neredeyse burun buruna gelmiş olman, sıçrama hamleni hızla yapman gerektiğini anlatmaya yetiyor. Bacaklarına topladığın anlık bir güç ile yerinden sıçradığın anda, kılıçların muntazam bir kesikle ayırdığı saçlarının süzülüşüne bakıyor ve kılıçların suratında bıraktığı rüzgar esintisine maruz kalıyorsun. Üçüncü bir göz için görsel anlamda ziyadesiyle keyifli olacak bu görüntüye rağmen, ruhundaki dar boğazın giderek artmasıyla odağını tek kılıcıyla kalan iblise çevirebiliyorsun. Bu aşamada elindeki kılıçla Vybukh’un tekniğini uygulamaya karar kılsan bile, kılıcın büyüklüğünü göz önüne aldığında tekniği tam anlamıyla uygulayabilmen için birkaç saniyeden fazlasına ihtiyaç duyduğunu hissedebiliyorsun. Bu nedenle, sıçraman esnasında mümkün olduğunca enerjiyi kılıca yüklemenle birlikte, onu tam da tahmin ettiğin üzere sana daha da yaklaşmış olan tek kılıcı kalan iblise fırlatıyorsun!

Fırlattığın kılıcın akıbetini beklemeden yeni bir sıçrama hamlesi yapmak istediğin esnada, vücudunun halen havada olmasıyla bunun imkansız olduğunu anlayabiliyorsun. Ancak komutların bacaklarına çoktan ulaşmış olmasıyla birlikte bedenine odaklandığında, adeta havadaki görünmeyen bir basamaktan güç alarak zıplama hamlesini yapabilmiş olduğunu fark ediyorsun. Bir anda Qen ile ilgili genel geçer bilgiler aklının ucundan geçip giderken, Aludirlerin havada durma ve yürüme gibi aksiyonları yapabildiklerini anlattıkları o sıkıcı anlar kafanda can buluyor. O zamanlar belki burun kıvırarak, belki de esneyerek dinlediğin bu bilgilerin, şu an bu şekilde ortaya çıkması belki de seni hayata tutunduran şey olur. Zira sıçrama hamlenden hemen önce iki kılıçlı iblisin çoktan sana doğru dönmüş ve harekete geçmek için hazırlanmış olması, basit sıçrama hamlenle olası kötü senaryoların şimdilik önüne geçtiğini gösteriyor. Nitekim, bu sıçrayışına kuyruğunu da eklediğin esnada, hissettiğin ufak bir patlama sesiyle bakışların istemsizce kılıcı fırlattığın yöne dönüyor. Havadaki toz parçaları görüşünü epey sınırlandırmışken, oluşan patlamanın etkisinin pek de fazla olmadığını anlayabiliyorsun. Bununla birlikte kılıcın havadaki dönen parçalarıyla, bu patlamanın havada gerçekleştiğini de anlayabiliyorsun. Bu haliyle fırlattığın kılıcın iblis tarafından yerden yukarıya yapılan bir hamleyle karşılandığını ve bu esnada patlamanın gerçekleştiğini anlayabiliyorsun.

Bedenin havadan yere inip, ani bir saldırıya karşı koyabileceğin bir mesafede durduğu anda, kendini iki kılıcı olan iblisin 10 metre kadar ilerisinde olduğunu ve tek kılıçlı iblisin de aşağı yukarı aynı mesafelerde sol tarafına düştüğünü görebiliyorsun. Aralanan toz bulutlarıyla birlikte, tek kılıçlı iblis görüş açına tam olarak girdiği anda, bedeninin sağ göğüs kısmının üstüyle omuz kısmında deforme bir görüntünün oluştuğunu ve buradan cılız bir şekilde metalik renkteki kanın aktığını görüyorsun. Bu görüntüye rağmen iblisin duruşunda herhangi bir değişiklik olmaması, oluşan yaralanmaya rağmen saldırının pek de etkili olmadığını sana anlatmaya yetiyor. Tam bu esnada bir anda Mozumar’ın“Fevkalade!”diyen sesi kulağına ilişirken, bakışlarını dövüşün başından beri konumunu koruyan Mozumar’a çeviriyorsun. Göz göze geldiğin Mozumar’ın dalgalanan aurasının bir şeylerin habercisi olduğunu kavramanla birlikte, vücudun olabildiğince gergin bir hal alıyor. Mozumar ise bakışlarını gözlerinin içine kadar dikmiş bir şekilde dururken“Bir komutan sadece askerlerinin nasıl savaştığını izlemez veya onlara nasıl savaşacaklarını anlatmaz… Onlara, savaşacakları en uygun pozisyonları da belirler!”diyor. Bu sözlerinin ardından Mozumar’ın gözleri cehennemi andıran bir kızıllıkla parlarken Mozumar“Vadedilmiş Topraklar!”diyor!

Mozumar’ın ağzından çıkan cümlelerle birlikte, bir anda ardından gelen koca bir kızıllık, adeta kemiklerini bile eriten bir ısıyla üzerine gelmeye başlıyor! Kızıllık Mozumar’dan aldığı tüm kudretiyle yayılmaya başlarken, önüne geçen her şeyi tam anlamıyla yok ettiğini ve ardında dipsiz bir karanlık bırakmaya başladığını fark edebiliyorsun. Sadece göz açıp kapayıncaya kadar kızıllığın içinde kendini kaybettiğinde, bastığın toprağın bile eriyip gidebileceğini düşünüyorsun. Ne var ki, kızıllık üzerinden hızla geçip gittiğinde, kendini tamamen karanlığın içinde buluyorsun! Her ne kadar karanlığa alışkın biri olsan bile, bu kez içinde bulunduğun karanlıkta ne bir dalgalanma görüyorsun ne de başka bir varlığa ait iz… Gözlerin, yerlerinden fırlarcasına dönerek seni hayatta tutacak en ufak bir ayrıntıyı dahi yakalamak ister gibi hareketlenirken, karanlığın içinde beliren iki parlak beden ile savaştığın iblisleri görüyorsun. İki iblis, aynı fiziksel yapılarını korusalar bile, bu kez çok daha ağır bir aurayla üzerinde baskı kurmaya başlarken, her iki iblis de aranızda 15 metre kadar mesafe kala oldukları yerde duruyor. Tam bu esnada ise, Mozumar’ın karanlıkta yankılanan ve kaynağını kestirmenin mümkün olmadığı sesiyle“Artık gerçek savaş meydanındasın insan… Ve artık… Sen de… Fethedilebilirsin!”diyor. Mozumar’ın bu sesi, iki iblis için adeta bir savaş çağrısı gibi oluyor ve auralarının birkaç kat daha arttığını hissedebiliyorsun. Kendi yaşadığın deneyimleri göz önüne aldığında ise, tüm bu aura artışının sonuçlarının ne olabileceğini de aşağı yukarı kestirebiliyorsun.
Bu hesaba atılan özel mesajlar kontrol edilmemektedir.
User avatar
Dina
Posts: 158
Joined: 13 Nov 2022, 05:50

20 Sep 2024, 18:02

Heybesindeki yüklerin hiç bu kadar ağırlaştığını hissetmemişti. Nefes almak, uyumak, beslenmek... Her birini düşündüğünde birer yük gibi geliyordu artık. Zihnindeki her bir fısıltı yerini ağlak serzenişlere bırakırken ruhunun yüzlerce delici iğne gibi nakış nakış işlendiğini hissediyordu. Korkutucu geliyordu artık bu belirsizlik... Cesaret pelerinini giymek, savaşa atılmak ya da korkulan canavarlarla yüzleşmek onun için bir hiçti. Ziyadesiyle cesurdu. Bilgisizliğin eşiğinde yürürken bu cesareti toplamak çok zor değildi onun için. İnsan bilmediğinde, basiretini öngöremezdi. Bilmediğinde çok da uzak değildir her ihtimal. Bilmezsen, mümkündür her senaryo... Dünyanın kralıydı o an Dina. Bilmediği her zamanda, her saniyede ve her dakikada... Onun için ihtişamlı taçlar hazırlanıyordu... Kırmızı halılardan geçiyor ve tebaasını selamlıyordu.

Cehaletin son buluşuydu, onun krallığını başına yıkan.

Dünyayı hiç anlamayacağına o kadar inandırmıştı ki kendisini, bir noktada kaderin gemisi onu bir şekilde gitmek istediği yere ulaştıracak gibiydi. Ancak artık işler öyle yürümüyordu... Önce iblisleri anlamış, sonra yavaş yavaş kendi zihnini... sonrasında ise kendi bedenini keşfetmişti. Meraklı bir denizci gibi çapasını attığı her adada başına gelecekleri bilmeden, düşünmeden atılmıştı... Hazinesini bulmaya yaklaştığında ise yavaş yavaş çözmüştü gizemleri. Artık çok daha fazlasını biliyordu. Soru sormadan, cevap beklemeden ilerlediği bu yolda yaşadıkları ona göstermişti asıl olanı.

Her istediğini alamazdı. Kaderinin ıssız çöllerinde bir başınaydı... Seçimleri, yalnızlığı ve önündeki karanlık.

Gözlerinin önünde vuku bulan metal çarpışamaları, minik patlamalar, kızıl kan, hırıltılar... Hepsi kaos dolu mücadelenin ruhuydu. Ayağını bastığı toprağa aktardığı öfke, kaos ile bir araya geldiğinde kendisini aklında belirlediği hamlenin keskinliğine bırakmış, tabiri caizse havanın her bir zerresini hissettiği bedeninde; hareket ve ivme ile bir olmuştu. Nefes dahi almamış, aldığı önceki nefeslerin diyetini ödermiş gibi; ciğerlerini patlatırmışcasına kasmıştı. Metal öfke, keskinlik dolu suretiyle ona doğru tükürmüştü öfkesini. Keskinliği kafatasının hemen üzerinde; zırıl zırıl çalışan zihnine en yakın bölgede hissettiği an da, gözünün ucuyla bir kaç tutam saçının havada savrulduğunu keşfetmişti. Hemen ardından bir hava dalgası da suratına tokat niyetine çarpmıştı. Kendisini uzaklaştırırken, havada süzülmeye devam ederken; kuş gibi, yarasa ya da herhangi bir kanatlı yaratık gibi değil, kendisi gibi hissetmişti. Köşeye sıkışmış bir kedi gibi belki. Ancak yine de doğru olanı yapıyordu. Bozulmuyor ve hayıflanmıyordu. Neticede hayatta kalmaya çalışıyordu... Sonra planladığı gibi yaptı. Eline aldığı kılıcı yükledi ve iblise doğru fırlattı. Kılıç havanın görünemeyen, çelikten göğsünü yırtarak ilerledikten sonra ise onu tüm hışmıyla yasa ve kedere boğdu. Minik patlamanın gürültüsünü duyduktan sonra kendisini tekrar güvene almak maksadıyla sıçradı. Bu sefer refleksif olarak, sanki görünmez bir basamaktan yardım almıştı. Seviniyordu. En azından artık daha fazlasını biliyordu. Ancak her bildiği, onun cehaletini yırtıp atıyor ve zihnindeki hayalleri deşiyordu. Hayalleri acı hatıralar olarak kalacaktı belki de.

Bilmek, bu dünyanın laneti olsa gerek.

Metal fırtına henüz dinmemişken ruhundaki alevin iyice harlandığına şahit olmuştu. Az önce kendisini dahi korkutan kararlılık ve cesaret artık onu daha da yüreklendirir hale gelmişti. Ne kadar süredir bu tuzağın içindeydi? Az önce farkına varmıştı oysa. Mozumar'ın planı, iblislerin hareketleri... Her birinin bilgisi akmıştı zihninin odacıklarında... Şimdi ise kendi evinde hissettiren, ama yabancısı olduğu evin tam salonundaydı. Tüten bir şömine ya da şatafatlı halılar yoktu... Evi bildiği karanlık, kendi karanlığı değildi.

Bir başka karanlık... Bir başka karaltıydı. Kararan bir karanlığın, kalbinde tütüyordu öfkesi.

Mozumar'ın sözleri zihninde akarken, iblislerin aurasının gözünde kat be kat büyüdüğünü, ışıksız bir ışığı yüreğinin en derinlerine nasıl sirayet ettirdiğini de hissedebiliyordu. Hissetmekle kalmıyor... Görüyor ve işitiyordu. Karanlığın ortasında minik bedeni tüm kızıllığını koruyarak duruyor, bir yandan artık yabancısı olduğu o hissi tekrar anımsıyordu. Korku mu? Hayır... Dina istese de korkamıyordu. Zira yoktu zaten. En başından beri yaşamak planının bir parçası değildi. Ancak arzuluyordu artık. Daha fazlasını arzuluyordu! Bu kadar koştuktan sonra yürüyemezdi. Durup dinlenemezdi. Pençelerini iyice harladı. Karşısında yükselen şövalyelerin tüm tehditkarlığına karşı, içinde akan Qen'in daha harlamak için var gücüyle arttırdı kararlılığını. Düşmeyecekti.

"Bırakmayacağım. Buradan geriye dönmeyeceğim. İmparator muydu... Bahsettikleri şey her neyse, o dahi değilim ben. Ben... Şu zamana kadar anladığımı sanıyordum. Dünyanın düzenini kavramak yerine, düzenin boş çatlaklarından bir su gibi akıp gidebilirim sandım. Sorular sormaktansa, kaderimin bana uzattığı eli tutup sürüklenmeyi yeğlemiştim. Ancak artık pek fazlasını biliyorum. Mümkün olan ile imkansıza yakın olan arasındaki farkı pek ala anlayabiliyorum. Gariptir ki bu beni korkutmuyor. Bu beden ve bu yüzün sahibi... Beni izlediğini biliyorum. Sen! Bu kaderi yazansın... Öyleyse, buna uygun davranmam gerekir, öyle değil mi? İstediklerini yapacak mıyım? Karanlıkta solup gidecek miyim? Mozumar'ın üstünlüğüne karşı pes mi edeceğim... Ben de kendime soruyorum... Sen de sor. Kaçayım mı?"

Karanlıktan bir kalenin avlusundaydı artık. Bedenini eğdi ve sivrilttiği pençeleri ile toprağı eşelemeye başladı. Konumunu biliyordu. Çevresindeki kullanabileceği irili ufaklı taşları pençeleri ile yerden bir kürek gibi kazıyıp eline alacaktı. Öncelikle önündeki alana doğru; iblislerin ve Mozumar'ın olanca karanlığını aşmak amacıyla fırlatacaktı. Misket bombaları patlarken çevresini aydınlatmaya yetecek kadar ışık çıkarabilirdi. Bu karanlığı bir şamdan ya da mumla aydınlatamayacağını biliyordu. Ancak kendi kudretinden var olmuş minik kıvılcımlarla yolunu aydınlatabilirdi. En azından ona aydınlık kareler sunabilirdi. Bir kaç aydınlık kare yakalarsa, planının sonraki adımına geçebilirdi. Ancak karanlık mutlak ise... O zaman bomba fırlatmayı bırakacaktı.

"Kader demişken... Seni duyabiliyorum. Gözü kara olan.. Bu isimle seslenmiştin bana. Belki beni uyandıran da sendin. Beni şu an izleyen de... Gözün nerede? Nasıl duyabiliyorsun? Bu karanlıkta görebilir misin, olanı biteni? Artık daha fazlasını biliyorum. Kimsin... Ya da nesin... Onunla ilgilenmiyorum. Kaderimi biliyor olman bir şeyi değiştirmez. Ben arı kovanına çomak sokanım! Şimdi öncekinden daha fazla arzuluyorum... Her şeyi ve hiç bir şeyi. Ölüm ya da evren. Krallık ya da kölelik. Fark eder mi sence?"

Her güçlü sözün bir tesiri vardır. Karşıdakine ve söyleyene... Her güçlü kılıç darbesinin bir zayıf noktası vardır. Her güçlü tekniğin ise bir şekilde zayıf noktası olmalı. Artık Mozumar'ı daha iyi anlıyordu. Şövalyeleri aşabilirse... Bir çıkış yolu bulabilirse; tüm kudretini Vaadedilmiş Topraklar için harcayan o metal yığınını yenebilirdi. Bunu yapabilirdi. Böyle olmalı. Bu kudret... Bu aura... En güçlüsü olmalı. Yüzleşebilinecek en sağlam düşman karşısındaydı. Bir İnsanın ötesi.. Bir Aludirin.. Hatta bir İmparatorun da ötesinde bir şey... Hükmün gücü, kaderin keskinliği.. Hiç biri ile ölçülemezdi.

Karanlığı biraz olsun aydınlık ile parlatmayı, biraz olsun yarmayı becerebilirse, şövalyeleri aşıp karanlığı geçip ona ulaşmanın bir yolunu bulabilirdi... Şövalye iblisler ile arasında en fazla on beş metrelik bir mesafe vardı. Bu karanlığın sınırlarını ne kadar ilerlerse aşabilirdi? Eğer ki misket bombasının yarattığı patlamalar işe yararsa, yerden sürekli irili ufaklı taşlar toplamak zorundaydı ve ilerlediği her an boyunca belirli aralıklarla onları fırlatarak kendisini ışıkta tutmak zorundaydı. Dairesel ilerleyecekti. Şimdilik bu iki iblisin, direkt doğrultuda ona erişmesi en kısa yoldu. Daire çizerek, soluna doğru ilerlemek bu süreği kısaltırdı. Mozumar'a ulaşırsa bu savaşı kazanabilirdi. Eğer ulaşamazsa zaten bu karanlık ile yitip gidecekti.

"İnsan mı? Aptal falan mısın sen? İsmimi bilmiyor musun yoksa? Ben... İnsan da, iblis de değilim."

Karanlıkta bir ışık oku gibi ilerleyen sözcükleri, kızıllığın donattığı bedeninde ona gidecek bir yerinin olduğunu, boşluğun doldurulabilir olduğunu hatırlatırken; çektiği derin nefeste yaşamın her bir zerresini tekrardan keşfetti. İlk sınavı değildi. Son sınavı da olmayacaktı. Bedenini kastı. Ruhundan açığa çıkan kızıllığı ittirmek, üflemek ve karanlıkla buluşturmak istercesine kustu. Qen onu etten tırnağa kudretle donatırken, en başa döndü. Ona ne yapacağını bilmediği, ancak gücün hakimi olabileceğini bildiği tek ana. Harekete geçmeden önce, yay gibi gerdiği bacaklarına yüklendi ve tüm hıncıyla fırlattı kendisini. Buz iblisini paramparça ettiği gibi, o korkutucu, kontrol edilemez gücü bir kaç saniye için bacakları için istiyordu. Başka çaresi de yoktu. Yolunu hınç dolu bombalarını savurarak aydınlatacak, hayal edebileceğinden daha büyük bir hızla Mozumar'a ulaşacaktı. Karanlığı yırtacak, yutacaktı.

"Ben, kadere en yakın olanım."
Image
Karakter - Künye
Image
İsim: Dina
Cinsiyet: Kadın
Yaş: 21
Boy: 165
Kilo: 48
Sınıflar: Toplayıcı - Saldırgan - Elementalist
Mevcut GP/AGP/İGP: -
Mevcut Para: 9.550
İtibar: 6


Profil
Güç: 1
Dayanıklılık: 2
Çeviklik: 3
İrade: 6
Zeka: 7

Aludir Statları
Görü: 4
Hakimiyet: 6
Mevcudiyet: 2

Ekipmanlar/Eşyalar
-
İblis - Künye
Image
İsim: Vybukh
Cinsiyet: Erkek
Boy: 2.25
Kilo: 217
Tür: Yaratık
Seviye: Razguk

Profil
Varlık: 5
Güç: 6
Dayanıklılık: 8
Çeviklik: 6
Arun: 7
Duren: 4
İrade: 5

Yetenekler
Element Yaratıcısı

Teknikler

Azgın Canavar - C Rank
Misket Bombası - C Rank
Kuyruk Kırbacı - B Rank

Ekipmanlar/Eşyalar
Bel Çantası
3 adet Cam Fanus
2 adet Yağ Matarası
40 adet Demir Bilye
User avatar
GM - Dimensio
Game Master
Game Master
Posts: 1852
Joined: 31 Jan 2022, 13:20

24 Sep 2024, 13:00

Zifiriden karanlık karanlığın ortasında, bedenin bile karanlığa bürünecek kadar karayken, pençelerinle zemini eşelemeye başlıyorsun. Birkaç saniye önce bastığın zeminin yapısından yararlanmak için yaptığın bu hamlenin karşılığında, pençelerine dolan karanlık sana gerçekliği sorgulatmaya başlıyor. Avucunda hissettiğin karanlık, herhangi bir cisimden uzak bir görüntü sergilerken tüm o karanlığı savurduğunda, içinde bulunduğun karanlık savrulan karanlığı anında yutuyor. Birkaç kez yaptığın bu denemelerde, avucuna dolan karanlığı sahip olduğu kudretle donatıp patlatmayı denesen bile, karanlıktan başka elde edebildiğin hiçbir şey olmuyor. Bu haliyle, yolunu bulma ümidin beklediğinden de hızlı bir şekilde tükenirken, yolunu aydınlatan ışığın olmaması aksi bir plana odaklanmaman nedeniyle kafandaki tüm diğer planların da yok olmasına neden oluyor. Ve bu noktada, zihninde dolanan en kötü senaryonun seni sarmalarken yaydığı soğukluğu hissetmeye başlıyorsun. Karanlıkta yitip gitmek…

Uygulamaya koyamadığın planlarına rağmen, kendine yakışanı yaparak yok olmayı hiçe sayıp sözcüklerin ağzından dökülüyor. Mozumar’ı hedefleyen sözcüklerin dahi karanlığın varlığına boyun eğip hiçlikten öteye geçemiyor. En azından, sözlerine karşı herhangi bir iblisten bir tepki gelmemesi sana bunu düşündürtüyor. Bu anda, artık kadere yakın olduğunu haykırsan bile, kaderinin ölüme yakınlığı hiç olmadığı kadar kendini hissettiriyor… Kaderinin bir ölüm olduğunu anlamak, her şeye rağmen içinde bulunduğu karanlıktan bile ağır geliyor.



“Varlığının ne olduğu Vadedilmiş Topraklardan önemsizdir. İşte bu yüzden, yeni bir fethimden ötesi değilsin.”


Mozumar’ın yankılanan sesiyle birlikte bakışların istemsizce varlığını bulmak istercesine karanlıkta gezinirken, 15 metre önünde olan iblislerin sanki yüzlercesine katletmişçesine kızıla bulanmış kılıçlarının bir anda boyuna, vücudunun üst kısmına ve karın bölgene yere paralel bir şekilde gelişini görmenle gözbebeklerin büyüyor. İblislerin kılıçlarının bu mesafeye ulaşamayacağını biliyor olmana rağmen, şu an ulaştıkları bölgelerden sadece birkaç santim ötede olmaları karanlığın içindeki bilinmezliklerin sayısını arttırmaktan başka bir şey yapmıyor. Zihnin, üç kesikle mutlak ölümün habercisine karşı boyun eğmişçesine bedenini hareketsiz kılarken, ruhun harlanan kızıllığıyla birlikte direnç göstermeye çalışıyor.

Üç keskin kılıç…

Üç mutlak ölüm…

Zihnin her birine karşı çaresiz…

Ruhun her birine karşı isyankar…

Üç keskin kılıç…

Kafanın bedeninden ayrılması…

Kalbinin ve ciğerlerinin ortadan ikiye ayrılması…

Veya…

Bedeninin ikiye ayrılması…

Her bir seçimin sonucunda…

Her biri nefessiz kalan bedene çıkan bir yol…

Üç mutlak ölüm…

Hangi kılıcın olduğu önemsiz…

Belki de karanlığın kendisi…

Tüm olasılıklara hükmeden karanlık…

Kızıllığını boğan…

Zihnin her birine karşı çaresiz…

Eğildiğinde ikiye ayrılan beden…

Zıpladığından ikiye ayrılan beden…

Geriye kaçındığında yakandan yapışan karanlık…

Mesafe tanımayan kılıçlara karşı pençelerin silik…

Her bir planın sonu ölüm…

Ruhun her birine karşı isyankar…

Kızılla sivrilen dişlerin…

Kızılla keskinleşen pençelerin…

Kızılla dolan kalbin…

Kızılla O’nu müjdeleyen kalbin…

Her şey karanlık

Ve her şey…

Görebildiğince aydınlık

Her şey...

Tek bir anda...

...

“Hesaplı yaşamak sana göre değilse bile, oynadığın kumarın hayatın olduğunun farkında mısın?”

Duyduğun bu ses ile irkilerek kendine geliyorsun bir anda. Uçsuz bucaksız bir boşluğun içinde bulduğun bedeninin her şeyden ve herkesten uzak olduğunu hissediyorsun. Açılan gözlerin sanki binlerce yıl kapalı kalmış olmasına rağmen, zihnin tüm bu yıllar boyunca aralıksız çalışmış gibi yorgun hissediyorsun kendini. Ne var ki, bu yorgunluğun sebebini anlamak ve algılamak senin için bu anda pek de mümkün olmuyor. Karşında, belki de onlarca beden bulunsa bile, bunlardan birilerini seçmen gerektiğini hissediyorsun. Bir sebep veya sonuç yok gibi görünse de… Fakat bir şekilde, yapacağın bir seçimin tüm dengeleri alt üst edeceğini veya kendini yok olmaya mahkum kılacağını hissedebiliyorsun. Ruhundaki boşluk, gereksiz bir ağırlıkla çalkalanıyor. İçinden gelen bir çığlık ise, sonucu ne olursa olsun, bir seçim yapman gerektiğini haykırıyor. Sonunda hiçlik veya yok oluş bile olsa…

Yüzlerce suratsız, sadece cismen var olmuş gibi duran insanlardan birkaçını gözüne kestiriyorsun. Ancak bu kestirdiklerinin içinde yok oluşun varlığını hissediyorsun. Bir anda zihnine yok oluşa dair korkular hücum ediyor, fakat içinden gelen çığlık hala susmak bilmiyor. Zihninin sessizliği, ruhunun çığlıklarıyla kapışıyor. Ancak çok iyi biliyorsun ki, bu kapışmanın galibi içindeki çığlıklar olacak. Buna kendin de ziyadesiyle inanıyorsun. Ucunda veya sonunda ne olacağını bilemesen bile, o seçimi ancak kendinin yapabileceğine inanıyorsun. Birkaç saniye, dakika, saat, gün, hafta, ay veya yıl sonra… Artık ancak senin yapabileceğin seçimi biliyorsun. Ancak tam bu anda ağızlardan dökülen tek bir kelime duyuyorsun.

“Dina!”
Bu hesaba atılan özel mesajlar kontrol edilmemektedir.
User avatar
Dina
Posts: 158
Joined: 13 Nov 2022, 05:50

25 Sep 2024, 03:32

Karanlıktan bir şelale, hemen yanıbaşında çağlarken; suyundan ve bereketinden tek bir damla dahi nasip olmuyordu ona. Kendisini zorluyor, görmeye, duymaya ve hissetmeye çalışıyordu. Açlık ve susuzluk gibiydi belki de. Görememek, hissedememek; ruhunu biraz daha karanlığa gömerken siyahın birden fazla tonu olduğuna şahit oluyordu. Kimi zaman daha aydınlık, kimi zaman kızıllar karası, kimi zaman ise sarıya kaçan. Ancak sonuç değişmiyordu. Göz bebeklerinden çıkan ışık Mozumar'ın saldığı dehşet karşısında yenilgiye uğruyor, makus bir irkilme ile kendisine geliyordu ve karanlığa biraz daha gömülüyordu. Yutuluyor, sindiriliyor ve bunun bir döngüye girdiğini hissediyordu. Çıkmak için ise kendisini zorlamış, iradesini tekrardan giymişti bir zırh gibi. Çelikten düsturunu hiç bozmamış, gülüşünü bir an dahi soldurmamıştı.

Eşelemişti toprağı. Pençeleri, yeni yoldaşlarıydı. Vybukh'tan kalan hatıralar, miraslardı. Şimdi ise bu yadigarı kullanıyordu. Eşeliyordu toprağı. Mahsül vermesi, hayat bahşetmesi için değil. Bir şeyler denemek, ihtimallerin kuyruğuna takılmak için yapıyordu bunu. Belki de kendi aydınlığını yaratabilirdi. Karanlıkta bir parıltı yaratabilir. Onu dayayıp döşeyebilirdi. Çocukca bir inanç gibi görülebilirdi bu, ancak Dina için pes etmek gibi bir tanım pek yoktu. Fakat bu işin de sonu gelmiyordu. Her şey karanlık olduğu gibi, toprak da karanlık, zihni de karanlık, kudretinden doğacak aydınlık da karanlık olacaktı. İçtiği su, baktığı gök, düşlediği çiçekler... Artık çok uzaklarda kalmıştı. O ise bu ihtimali daha öncesinden düşünmüş olmanın buruk mutluluğuyla kalakalmıştı. Şimdi ise yapacak hiç bir şeyi yoktu. En ufak bir şeyi dahi. Kabulleniş, ardından kovalayacağı tükeniş. Gelmemesini umduğu yenilgi. Ne kadar umsa, ne kadar hayal etse de tersini; artık yitip gitmesi kaçınılmazdı.

Mozumar'ın karanlığına, onun şehrine ve diyarına karşı savurduğu türlü kelamın da yitip gittiğini hissetti. Sedalar yerini sese, sesler yerini sessizliğe, sesizlik yerini anlamsızlığa bıraktı. En sonunda hepsi karanlığın boyunduruğu altında, anlamsız, yitik; bahtsız birer hiçliğe dönüştü. Karanlıkla tanışması her ne kadar erken olduysa da; böylesi bir karanlığa aşina değildi. Çünkü bu hiçlikti. Hiç bir şeyin sonu, hiç bir şeyin başı; her şeyin iktidarı, hiç bir şeyin iktidarsızlığıydı. Görüş, ses, varlık... Her şeyin anlamını yitirdiği bu hiçlikte debelenip duruyordu. Artık emin olduğu tek şey, kendi fani ve naçiz varlığıydı. Çaresiz bedeni, kudretinden yoksun bir bitki gibi dikiliyordu belki de. Mozumar'ın varlığını hissedişi ise duyduğu ses ile oldu. Ondan gelen yanıt, sonunda beklediği bir mektup; pulsuz bir dilekçeydi belki de. Dina'nın kabullenişi de bundan sonra gerçekleşti.

"Öyle olsun... Varsın olsun... Kaos ve karanlıktan geldim, beni alan da bu olsun."

Tehlikeliydi. Dina'nın gülen yüzünü soldurmak; umudunu tüketmek... Kabulleniş her şeyden öteydi onun için. Her ne kadar kaosa ve karanlığa teslim olmak onun için sorun olmasa dahi; mantıklı düşünmesi bir problemdi. Zira Dina için doğru davranış olduğu ne kadar da tartışmaya açık bunun... Ancak Mozumar'ın karanlığı yalnızca gözlerine değil, ruhuna da sirayet etmişti. Ruhu ise sıkıştığı zincirleri aşamıyor, demir parmaklıkları kesemiyor; derin dehlizlerden bir türlü kendini sıyıramıyordu. Avuntuları, dünyevi hırsları ve henüz sırlarının pek azına vakıf olduğu zihni artık onun değildi. Bu bedenin sahibi olmadığı gibi, artık bu ruhun da sahibi değil gibiydi. Ellerini iki yana açtı. Sanki kurbanlık bir koyun gibi.

Çırpınışları son buldu. Üç kılıç... Pek az zamanda, pek kısa sürede ulaşacak gibiydi ona. Düşündü sonra, imkansızlık içerisinden çıkamadı. Anladı ki, vadedilmiş topraklar zannettiğinden büyüktü. Kendisinden büyük, fikirleri ve stratejilerinden büyüktü... O da diğerleri gibi yok olacaktı. Düşecek, fethedilecek... En azından çabalamıştı. Geriye sıçrarsa, kılıçların hedefi olacaktı. Sağa veya sola... Hiç fark etmez. Karanlığın olduğu nereye giderse gitsin o karanlık tarafından yutulacaktı. Sonunun böyle olacağını düşünmemişti. En azından son bir kez daha güneşi görmek isterdi. Parlayan güneşin altında, bir şeyler başararak, kahkahalar atarak yitip gitmek isterdi. Güneş yoktu. Sesi, bedeni ve ruhu onu çoktan terk etmişti. Ancak gülüşü hala onundu. En azından bir süreliğine. Yapabileceği tek şeyi yaptı. İki yana açtığı kollarını kavuşturmaya bile zahmet etmedi. Güldü. Kastı bedenini, son kez yaşamanın nasıl bir şey olduğunu hatırlattı kendisine.

"Ödemem gereken bir bedel olduğunu düşünürdüm hep. Kaderimin bir noktasında karşıma çıkacak, benden hesap soracak birileri vardır belki. Belki ben kendi kendimin celladı olurum. Kendi cezamı yazar, uygularım. Kendimi tutsak eder ve kurtulmayı dilerim. Bunu biri benim adıma yapmış gibi görünüyor. Buradan asla kurtulamayacağımı biliyorum. Geri dönemeyeceğimi. Uykuya dalabilirim. Dinlenebilirim. Bedenim ve zihnimin aksine; benliğim hiç yorgun değil. İsteklerim bitmek bilmedi. Ne olduğumu bilmediğim gibi ne olmadığımı da bilmediğim bir durumdayım. Şimdi ise bu soruların pek bir anlamı kalmadı. Tükenişin, yok oluşun ve hiçliğin tam ortasındayım. Sanırım ölüden pek bir farkım yok. Zira bir kaç parçaya bölündükten sonra düşüncelerimin de bir anlamı kalmayacak. Aciz gibi sorular sormayacağım o zaman kendime. Neticede uyanmadan önce ne ise, uyuduktan sonra aynısı olacak. Karanlıktan daha az korkutucu. Zira ışığın yokluğu ile hiçlik arasındaki farkı artık biliyorum. Hiçliğe ve hissizliğe geri dönmek beni korkutmuyor. Neticede... Kimseye bir borcum yok. Ardımda bırakamayacağım hiç bir şey yok. Öyleyse... Gidebilirim. Gidip, hesap soran olabilirim."

Karanlığın onu yutacağından, biraz sonra ruhunu saran kızılın, bedeninden fışkıran kızılla buluşup varlığını sonsuza kadar yok edeceğinden emindi. Kanının tadı ağzında hala diri iken, nefesi hala ciğerlerini taşırıyor, şişiriyor ve ona hayat veriyor iken... Son düşünceleri pişmanlıkları ve başarısızlıkları olmamıştı. Zira yüzü kızarmazdı. Kendisini ezmez, üzmez ve utandırmazdı. Yaşama tutunduğu gibi, kendisine tutunuyordu. En doğru olanı yapıyordu o an için...

Sonra karanlığın örtüsünden bir anda sıyrılıp, güneş kadar pak bir ışıkla nasıl tanıştığına şahit oldu. Uyandığı an duyduğu sesin aynısı. Seda kulaklarında değil, zihninin kulelerinde ışık yakmış gibiydi. Onu uyarıyor mu, soru mu soruyor, yoksa zamanının geldiğini mi anlatıyordu ona... Farkında değildi. Bunun bir önemi var mıydı? Doğmuşlardan Dina. Zamanını beklerken, kendisini ruhen ve bedenen yitikliğe ve hiçliğe ilk kez bu kadar yakın bulurken... Son kez cevap vermeli miydi? Buna mecbur muydu? Nasıl olsa bir borcu yoktu... Ancak vereceği cevabın karanlığın hüküm sürdüğü bu topraklarda ne kadar canlı kalabileceğinden habersizdi. İstemsiz, vuruk ve ahraz bir ifadeyle cevapladı yeniden yükselen aydınlığı. Dingin, sakin ve huşu içinde bir tebessüm ile.

"Farkındayım. Bu benim hayatım değil. Bu beden, bu kader bana ait değil. Ben... Başıma gelecekleri umursadığımdan, başarısız olmaktan... Yitip gitmekten hiç bir zaman korkmadım. Sona ermesinden korkmadığın bir hayat, senin değildir. Farkındayım. Bu nasihatın ne kadar yanlış olduğunun farkında olduğum gibi."

Her şeyi bilen, her şeyi gören bir göz var ise; durum başka. Dina için bu imkansızdı. Yaşadığı kısa süre sürenin ona hatırlattığı şey; kaderin büyüklüğü karşısında en önemli gözlerin dahi kör olabileceğiydi. Ve de Eletha... Onun ismindeki kaderi, kudreti gören olarak; onu tüketen olmamıştı. Şimdi düşünüyordu... Madem bu kadar önemliydi, neden yapmadı? Ya da neden Alamaradaydı? Neden burası? Burada dönüştüğü şey neydi... Burada ölümü neden gerçekleşmişti? Büyük bir planın, küçük parçası mıydı? Bunları bilemeden ölmek canını sıksa da, karşısındakilerin selamsız sabahsız karşılaması arasında kaybolmuştu. Ruhların silikliği, bedeninin yorgunluğu... İçindeki çığlığın onu dehşete sürüklemesi tam da bu esnada cereyan etmişti.

Karşısındaki nurdan oluşmuş denize biraz göz gezdirdi. Bu insanları tanıyor muydu? Hayır... Tanıdık bir yüz olmadığı gibi, tanıdık ruhlar olmadığı da belliydi. İçindeki çığlık gürültüsünü her saniye arttırırken, zihnindeki yorgunluğun artık bir nebze olsun geçtiğini; en azından artık onu eskisi kadar güçlü hissedemediğini fark ediyordu. Zaten bu işin sonunda yok olacaktı. Bir kez daha yok olmak... Bir kez daha silinmek, bir kez daha yitip gitmek. Bu, sonucu belli bir kumar değildi belki. Bir hile değildi. Yapabileceğinin en iyisiydi sadece. Sonra ise isminin zikredilmesiyle bir kez daha göz göze geldi ruhlarla dolu denizle. Artık daha net görebiliyordu.

"Ateşi en parlak olan... Işığı en göz alanı seçeceğim. Belki hepsi aynı, belki hepsi birbirinden farksız. Ancak gördüğümde anlayacağım..."

Dudaklarından olmasa dahi, ruhunun derinliklerinden dökülen sözlerin eşliğinde kendisini ilerlerken düşündü. Her bir yüze bakıyordu. Her birinin ışığını hissetmeye, en parlağını bulmaya çalışıyordu. Sonra ise karanlığı hatırladı. En karanlık, en derin yeri. Hiçliği. Gözlerini kapattı. Göz kapaklarını, gözlerini parçalayacak kadar sıktı. İstediği parlaklık, gözleri kapalıyken dahi ona ulaşmalıydı. Öylesine parlak, öylesine göz alıcı olmalıydı ki... Ölümünün bir anlamı olmalıydı. Uğruna hayallerini gömdüğü şeyin; karanlıkta dahi ışığını yitirmemesi gerekiyordu. Bulabileceğini hissediyordu. En azından, hisseceğini. Hissedemese bile, birazdan yöneleceği; eliyle işaret edeceği ruhun, güneş kadar parlak olacağını biliyordu.

"Karanlıkta dahi parlayan... En parlak olan. Gözlerimi kapattığımda dahi görebildiğim..."

İşte bu, kumar oynamaya değecek olandı.
Image
Karakter - Künye
Image
İsim: Dina
Cinsiyet: Kadın
Yaş: 21
Boy: 165
Kilo: 48
Sınıflar: Toplayıcı - Saldırgan - Elementalist
Mevcut GP/AGP/İGP: -
Mevcut Para: 9.550
İtibar: 6


Profil
Güç: 1
Dayanıklılık: 2
Çeviklik: 3
İrade: 6
Zeka: 7

Aludir Statları
Görü: 4
Hakimiyet: 6
Mevcudiyet: 2

Ekipmanlar/Eşyalar
-
İblis - Künye
Image
İsim: Vybukh
Cinsiyet: Erkek
Boy: 2.25
Kilo: 217
Tür: Yaratık
Seviye: Razguk

Profil
Varlık: 5
Güç: 6
Dayanıklılık: 8
Çeviklik: 6
Arun: 7
Duren: 4
İrade: 5

Yetenekler
Element Yaratıcısı

Teknikler

Azgın Canavar - C Rank
Misket Bombası - C Rank
Kuyruk Kırbacı - B Rank

Ekipmanlar/Eşyalar
Bel Çantası
3 adet Cam Fanus
2 adet Yağ Matarası
40 adet Demir Bilye
User avatar
GM - Dimensio
Game Master
Game Master
Posts: 1852
Joined: 31 Jan 2022, 13:20

25 Sep 2024, 13:12

Uçsuz bucaksız boşluğun içinde açılan gözlerin, bir kez daha aynı hatıraları yaşamana olanak sağlarken, bu kez bir şekilde ruhunun bir kap içerisinde sıkıştırılmamış olduğunu hissediyorsun. İlk kez burada varlık bulduğunda, sadece isminle yetinmiş olsa bile, bu kez bundan fazlasının olduğunu anlayabiliyorsun. Nerede ve niye olduğunu bilemesen bile, bir şekilde kendini ait hissettiği bu boşlukta sözlerini mırıldanıyorsun, hiç var olmamış gibi ve her zaman dillere düşmüşçesine… Gözlerini sıkı sıkıya kapattığında, adeta ilk cümlelerin hala süzülüyor boşlukta hiç kaybolmayacakmışçasına… Kirpiklerinin birbirine değdiği ve hatta düğümlenmeye başladığını hissedebiliyorsun. Ruhun, gözlerini açtığın anda bir kez daha ve bir kez daha aynı karanlık içerisinde kendini bulacağını, bir kez daha Eletha temalı mevzularda kendini bulacağını ve bir kez daha Mozumar’ın karanlığında yokluğa savrulacağını haykırıyor. Dudaklarından dökülen parlaklık arzusu, ruhunun karanlığını boğmaya çalışır gibi hareketlendiğinde, zihninin en derinlerindeki çatışmayı yaşamaya başlıyorsun. Bir tarafı karanlık ve bir tarafı aydınlık olan bir düzlemde, her bir yana savrulan uzuvlarını ve bölünmüş benliğini görebiliyorsun. Ve tüm bu gördüklerin arasında, bir seçimle sonuçlanan bambaşka bir hiçliği…

Bir yanda aydınlık, kudretiyle titreten…

Bir yanda karanlık, hışmıyla tüketen…

Her bir yerde olmanın ağırlığı…

Ve bir hiç olmanın hafifliği…

Karanlığınparıldaması

Parıltılarınkaranlığı

Açılan gözler karanlıkta

Kapanan gözler aydınlıkta

Aydınlığa kör gözler…

Ve karanlığa sığınmış bakışlar…

Oysa her şey bundan ibaret midir?

Ya karanlık ya aydınlık

Ya hep ya hiç

Ya yaşam ya ölüm

Ya insan ya iblis…

Ya sıradan ya Aludir…

Ya Dina

Ya…

Sessizlik…

Ağırlığı fazla…

Değeri hafif…

Ve bir yan aydınlık, karanlıkta

Ve her yer karanlık, aydınlıkta

Seçmek gerekir mi birini?

Ya da seçmek gelir mi yeterli?

Ruhunun arzuladığı…

Karanlıktakiaydınlıkmıdır?


Kamaşan gözlerini açtığında kendini bulduğu uçsuz bucaksız aydınlık, adeta karanlığın el değmediği en nadir topraklar gibi seriliyor ayağına. Ciğerlerin dolan havanın bir başka aydınlığını, gözlerinin gördüğü düzlüğü aydınlığı ile görmediğinin aydınlığı arasındaki farkı ve ayakların bastığı yer ile basmadığın yer arasında aydınlık farkını rahatlıkla anlayabiliyorsun. Tıpkı ruhunun sıkıştığı karanlıktaki aydınlıktan sıyrılmaya çalıştığını görebildiğin gibi… Buna rağmen tüm duyuların ari bir şekilde var olmuş buluyorsun kendini… Gözlerinin gördüklerinin gerçekliğini sorguladığın bu anlarda, diğer tüm hislerinin isterik yok oluşlarıyla karşılaşıyorsun. Ne uzakta ne de yakında bulduğun bedeninle, ne uzağa ne de yakına mesafeli görünüyorsun. Tüm bu yaşam ızdırabı ve yokluk arzusu içerisinde, beyaz ve boşluk içerisinde bir Dina’dan ibaret…

Zaman, anlamsız bir kavram ve kelimeden öteye gitmezken, varlığın için de ifadesiz bir durumdan ibaret oluyor. Kaldı ki, ne zamandır burada olduğun veya ne kadar burada olacağın gibi sorular zihninde varlık dahi bulamadan beyazlığa karışıp yok oluyor. Tüm arzuların vücut bulmuş gibi sonsuz bir beyazlıkla sarmalanmak, ruhuna çoktan yetmiş gibi görünüyor. Zihnin, bomboş bir edayla süzülüp giderken beyazlığa, yaşadığın karanlıktan ayrılmanın rehavetini hissediyorsun bedeninde. Hepten hafiflemiş, hepten rahatlamış ve hepten sana ait değilmiş gibi… Sanki varlıklarına bile gerek görmüyormuşçasına…

Bu zamana kadar tüm yaşadıklarının manasızlığı ile beyazlığın içerisinde çürümüş bedenine bakıyorsun. Bir çürümenin en güzeli hali gibi bedeninde açan aydınlık, her şeye muktedir ve her şeyden uzak bir görüntü çiziyor. Ne var ki, ruhun bir şekilde ait olduğu yere kavuşmuş olmanın verdiği rahatlığı müjdelerken, hala bir beklenti içinde çırpınıyor. Bir anda duraksıyorsun, ansız bir zaman diliminden sonsuzluğa sürüklenerek…


Oysa, tüm uzuvlarının aydınlığa karışması yeterli değil mi?

Hiçbir şey olmamak her şeye dönüşürken?

Her şeyin aydınlıkla silinmesi yeterli değil mi?

Bunu istememiş miydin?

En karanlıkta dahi parlayan?

Her şey şu an olması gerektiği gibiyken…

Neden hala Dina değilsin?
Bu hesaba atılan özel mesajlar kontrol edilmemektedir.
User avatar
Dina
Posts: 158
Joined: 13 Nov 2022, 05:50

26 Sep 2024, 03:36

Şimdilerde kaybettiği ruhunun kırıntılarını tek tek avlamak üzere çıkmıştı yolculuğa. Yitip giderken bedeni, ve yiterken her bir hissi, ayak parmaklarından saç diplerine kadar kaybediyordu bu dünyaya olan aidiyetini. Soluyordu gülüşü, kahkahası, pençeleri, kudreti. Her şey yaşanmamış gibi, her şey fazlasıyla yaşanmış gibi. Yorgunluğu hat safhada iken, yorgunluktan azade; dingin ruhu bedenine namütenahi bir tezat.

Şimdilerde buluyordu dinginliği. Gözlerini kapatıyor, arıyordu onun olanı.

Gözleri sımsıkı kapattığı, kilitlediği ve mühürlediği anlardaydı. Öylesine sıkmıştı ki gözlerini, sanki açmaya çalışsa yırtılacaktı göz kapakları. Kirpikleri etine kanca gibi saplanmış, tutuyordu onu. Bağlıyor, demir atıyor ve kancalarını saplıyordu. Ruhu ise serzenişlerle çalkalanıyordu. İçinde akan nehirlerde gemiler alabora oluyor, şimşekler çakıyordu. Bütün dünyevi dertlerinden arınmayı, acılarının dinmesini ve ruhundaki alevin yavaş yavaş sönmesini diliyordu. Böyle olacağını biliyordu. Gözlerini bir kez daha açarsa, Mozumar'ın karanlığı onu yutacak, kızıla çalacak ve bu dünyanın dışına sürükleyecekti. Eti kemiğinden ayrıldığında, kanı karanlığı kızıla boyadığında, göğsündeki sıkışmış nefesin belki de son bir acı çığlığıyla hiçliği yaracağını umuyordu. Ölecek, unutulacak ve yitip gidecekti. Seçimi ise nasıl öleceğinden ziyade, nasıl biri olacağıydı. Zira her seçim, ondan bir parçayı alacak ve uzaklara götürecekti. Nedensizce bundan emindi.

Buna hazırdı. Namütenahi tezatlardan arınmaya, serzenişle dolu ruhunu susturmaya... Artık hazırdı.

Karanlığa alışmış gözleri, gözlerini açtığı an suratına çarpan nur ile boğuşmaya başlamıştı. Parıltılarla dolu ışık okları geçen her sürede onu tek tek oyarken, görüşü yavaş yavaş yerine geliyordu. Hisleri ve içine dolan kasvet artık yerini dinginliğe bırakmıştı. Kaos ile yoğrulmuş bedeni, hırs ile bezenmiş ruhu, öfkeyle soluyan ciğerleri artık aydınlığı görüyor, aydınlığı giyiyor ve aydınlığı soluyordu. Ayaklarının bastığı, noktadaki aydınlık ve önünde uzanan karanlık arasındaki farkı biliyordu o an için. Sınırda duran, çevresine bir miktar ışık sıçratan titrek bir mum gibi hissetmişti.

Bu esnada ciğerlerinde sıkışmış, kirlenmiş ve hapsedilmiş havayı verdi dışarı. Ruhunu kusuyormuş gibi, içindeki öfkeyi patlamış bir balon gibi bir anda dışarı veriyormuş gibi. Rahatlamıştı oysa. İçindeki kasvet her geçen an silinirken, ruhunun biraz olsun dinginleştiğini; huzura erdiğini hissediyordu. O ana kadar olan her şeyi, ışıkları ve yüzleri düşündüğünde; ölümünün bu kadar huzurlu olabileceği hakkında en ufak şüphesi yoktu. Lakin bir şekilde içindeki seslerin ona söylemeye çalıştığı şey; henüz işinin bitmediği olsa gerek. Zira, seçimini sorguluyordu artık. Bir ruh, bir yüz. Yabancı ve tanıdık. Kendisini bulamıyor, kendisini aramaya dahi tenezzül etmiyordu. Bu da ruhundaki en büyük tezatı oluşturuyordu. Kendi aydınlığından mahrum bir ruh, çürük bir bedendi.

Bedenine baktıkça, yüzünü tanıyordu. Yemyeşil gözler, minik hatlar, kalın dudaklar. Bu bedeni kabullenişi uyandığı andı. Kendisine dair tüm fikirleri o an şekillenmişti. Uyandığı andan itibaren ne olduğunu biliyordu. Adımlayamamış, konuşamamış; ama bilmişti. Uyandığı an ilk isteği parçalamaktı. Kanın aktığını görmek, parçaların havada uçuştuğuna şahit olmak. Çığlıkları çığlıklara katmak ve hükmetmek. Kaosun içinde yarattığı tüm yıkıma karşılım, ruhundaki rahatlık ve huzurun yüzüne bir bahar bahçesi gibi yansıdığına defalarca şahit olmuştu oysa. Kendisini bu denli iyi bilen birisi için, ruhuna bu denli yabancılık çekişini sorguluyordu. Başkası vardı. Bir başkası, kaderini yazıyor; ona belki de bir yardım eli uzatıyordu.

"Neredesin? Ruhumun derinliğindeki o acı kükreme... Uyandığım andan beri oradasın, öyle değil mi? Bu ellerin sahibi! Bu bedeni benim hükmüme verme amacın neydi? Buradasın, duyabiliyorsun. Öyleyse cevap ver! Ölüp gitmem ile yaşayıp yitmem arasındaki fark nedir? Yaşamım neyi değiştirecek? Neye sebep olacak?"

Öfkelenmek istediği ender durumlardan birini yaşıyordu aslında. Huzurla ölemiyordu. Huzurla yaşayamadığı gibi, huzur içinde hiçliğe karışamıyordu. Bedeni ve ruhu için üzgün değildi oysa. Bu çürümüş güzel beden, ona ait değildi. Ruhu ise uzak bir yabancınındı. Ancak bilinci... O isim, Dina. İşte bu ona aitti. Uyandığı ilk andan itibaren. Bu ses kulaklarında ilk çınladığı andan itibaren. Kaderi, seçimleri ve yenilgileriyle birlikte o ismi kabul etmişti. Ve gözlerini açar açmaz bilmişti kendisini. Kaosun, yıkımın vücut bulmuş hali gibiydi. Diğerleri gibi değildi, hiç olmamıştı. İblislerden bir kez olsun dahi korkmamış, diğerlerinin sahip olduğu sorumlulukları bir an olsun önemsememişti. Güç... Gücü ise her şeyden çok istemişti. Hırpalansa da, küçük düşse de; görevi buydu. Gücün ve hükmün peşinden koşmaktı. Şimdi ise karanlık tarafından yutulmuş, kendi aydınlığı ile baş başa kalabilmişti. Bu kadar ışıksızlık içinde, ruhunun ışığını görüyorsa; artık tamamen kendisi ile başbaşaydı. Bunu görebileceği ender anlardan biriydi. Hep aradığını bulmuş muydu yoksa?

Kendisini, beşeri olanın değil; ismine ait kaderi bulmuş muydu? Yoksa, en başından beri onunla mıydı?

"Bu isim ve bu kader... Kimin yazdığını bilmem. Orada neler yazdığını hiç bilmem. Bilmek de istemiyorum. Bu çarkı kırabileceksem eğer, kırıp arzularımın peşinden giderim. Kıramayacaksam... Eh, zaten öldüm sayılır. Yitip gitmek beni korkutmaz. Çünkü bu zavallı beden ile ilgilenmiyorum. Bu eller, bu yüz... Bana ait değiller. Hiç olmadılar. Olsaydı, hissederdim. İçimde bağrışan ruh, beni işgal etmeye çalışan bir davetsiz misafir. Bir yanlışı düzeltmek istiyorum. Kendime karşı dürüst olmalıyım. Ne kadar yanlış gelse de, ben Dina'yım."

Kaderden büyük değildi. Kaderi yazanlardan büyük değildi. O an için karanlık koridorlarda sürüklenen, aydınlığa açılan kapıları tek tek çalan bir misafirdi. İçindeki kıpırtılar artık kendisini beklentiden beklentiye sürüklemiyordu. Zira bu ruhu ve bu bedeni kabullenmese de, bir şekilde bu ismi ve kaderi kabul edebiliyordu. Köksüz hissetmiyordu. Aksine; bu kaderi yırtıp geçmiş olmanın gururu içindeydi. Cehaleti mazur görülebilirdi o an için. Kendi zihninde yarattığı gerçeklik, kendi benliğine yamadığı bu yazgı; onun yitip gitmeden önce verebileceği tek cevaptı. Kabulleniş. Bu ismi kabul ederdi. Zira bu ellerle kazımıştı toprağı, küremişti karları, deşmişti bedenleri. Şimdi ise arzularını düşünebilirdi. Hiç ulaşamayacağı o yeri düşünerek hiçliğe karışabilirdi. Aydınlığın misafiri iken, ruhundaki karanlığı son kez düşünebilirdi. Çünkü kabullenmişti. Karanlıkla yoğrulduğunu biliyor, içindeki aydınlığa şüpheye düşmeden meydan okuyabiliyordu. O'nu ise düşünmeyi bırakmıştı.

"Ben, Gözü Kara Olan'ım. Beni karanlıkla sindiremezsiniz. Beni hiçlikle korkutamazsınız. Aydınlıkla, huzurla kandıramazsınız. Ben, uyandığım ilk andan itibaren bu ismi kabul etmiştim. Öleceksem, Dina olarak öleceğim."
Image
Karakter - Künye
Image
İsim: Dina
Cinsiyet: Kadın
Yaş: 21
Boy: 165
Kilo: 48
Sınıflar: Toplayıcı - Saldırgan - Elementalist
Mevcut GP/AGP/İGP: -
Mevcut Para: 9.550
İtibar: 6


Profil
Güç: 1
Dayanıklılık: 2
Çeviklik: 3
İrade: 6
Zeka: 7

Aludir Statları
Görü: 4
Hakimiyet: 6
Mevcudiyet: 2

Ekipmanlar/Eşyalar
-
İblis - Künye
Image
İsim: Vybukh
Cinsiyet: Erkek
Boy: 2.25
Kilo: 217
Tür: Yaratık
Seviye: Razguk

Profil
Varlık: 5
Güç: 6
Dayanıklılık: 8
Çeviklik: 6
Arun: 7
Duren: 4
İrade: 5

Yetenekler
Element Yaratıcısı

Teknikler

Azgın Canavar - C Rank
Misket Bombası - C Rank
Kuyruk Kırbacı - B Rank

Ekipmanlar/Eşyalar
Bel Çantası
3 adet Cam Fanus
2 adet Yağ Matarası
40 adet Demir Bilye
User avatar
GM - Dimensio
Game Master
Game Master
Posts: 1852
Joined: 31 Jan 2022, 13:20

26 Sep 2024, 13:12

Sözlerin zihninden akıp ruhuna karışırken, karanlıkla ile aydınlığın cümbüşü başlıyor bedeninde. Tıpkı var olduğun dünya gibi… Kimisinin dengeyle kurduğu kimisinin ise taparcasına kendini adadığı dünyaların bir temsili gibi dalgalanıyor her bir zerre. Ne vakittir burada olduğunu dahi bilemediğin boşlukta, kendine kim olduğunu binlerce kez hatırlatsan bile, kendinden o kadar uzaklaştığını hissedebiliyorsun. En karanlıkta dahi parlayan…

Tek duyduğun mutlak sessizlik…

“Her aydınlık karanlıkta parlamaz mı zaten?”

Tek gördüğün aydınlıktan aydınlık bir parıltı…

“Nerede miyim?”

Tek hissettiğin, uzansan yakalayabileceğin; erişsen tutamayacağın…

“Amacım mı?”

Tek düşüncen, sadece ne olduğu…

“Duyabiliyor musun gerçekten beni?”

Tek duyduğun artık mutlak sessizlikten fazlası…

“Hayır, kulaklarının duyduklarından bahsetmiyorum!”

Ruhunun haykırışları…

“Çarkı kıracaksan nasıl Dina olmayı kabullenebilirsin ki?"

Belki de yitişi…

“Sen Dina mısın?”


Gözlerini kamaştıran parıltıdan alıkoyamadığın bakışların, binlerce kez kör olmayı kabullenmişçesine kilitleniyor parlaklığa. Tek bir nokta dahi olsa gördüğün, o noktanın kudretini hissedebiliyorsun damarlarında. Tek bir noktanın zihnindeki o çılgın karmaşaya son verebileceğini… Sözlerinle birlikte, ne bir korku hissediyorsun ne de bir rahatlama… Tüm hislerinden ayrıştırdığın zihninle, her şeyi arzulayan ruhunun çatışmasını seyreden sıradan bir üçüncü kişiden ibaret benliğini tek bir noktaya adıyorsun. Adımların, çoktan senden bağını koparmışçasına ilerlerken parlaklığa doğru, erişemeyeceğini biliyorsun ışığına… Ve hemen parmak uçlarında olduğunu… Kadife gibi kulaklarını sarmalayan sesin o noktadan, o parlaklıktan geldiğine dair hiçbir şüphen bulunmuyor. O sesi bir kez daha ve bir kez daha ve bir kez daha duymak için çırpınan varlığına engel olmak dahi istemiyorsun. Gözlerin kamaştıkça açılıyor ve açıldıkça daha da kör oluyor, arzularına boyun eğen bir erkek gibi…

Parıltı varlıkla yokluk arasında kendi belli ederken, kırpmadığın gözlerinin yanmaya başladığını hissediyorsun. Ancak bu yanmanın bile ruhunu okşamasıyla zihnine üstün gelişine boyun eğiyorsun sadece. Sanki reddettiğin her şeye erişmiş ve kabullendiği her şeyi üstelemiş gibi omuzlarında hissettiğin baskıyla sadece kendini parıltıya bırakıyorsun… Daha çok parlamasını isteyerek ve daha çok o kadife sese muhtaç hissederek… Ne var ki, bir anda zihnine çakan şimşeklerle dalgalanmaya başlıyor parıltı. O kadife sesin altındaki sinsilikle kavrulan varlığı hissetmeye başlıyorsun, tek bir noktanın içerisinde. Ve sanki geriye sarılmış bir zaman diliminde, yaşadıklarını bir kez daha yaşıyorsun keşfedilmemiş cümlelerle…


“Her aydınlık karanlıkta parlamaz mı zaten?”

“Ne biçim saçma bir istek bu böyle?”

“Nerede miyim?”

“Beni göremeyecek kadar mı körsün?”

“Amacım mı?”

“Bu kadar haddini aşmayı kimden öğrendin ki?”

“Duyabiliyor musun gerçekten beni?”

“Ne dediğimi anlamıyor musun?”

“Hayır, kulaklarının duyduklarından bahsetmiyorum!”

“Onca zaman sonra hala sadece kulaklarında duyduğunu düşündüğüne inanamıyorum!”

“Çarkı kıracaksan nasıl Dina olmayı kabullenebilirsin ki?"

“Hem Dina olacaksın hem de kaderini kabullenmeyeceksin… Başka bir arzun?”

“Sen Dina mısın?”

“Sen kim olduğunu biliyor musun?”


Çakan aydınlığın şimşekleri altında aydınlanma yaşar gibi açılan gözlerin, sadece bembeyaz uzun saçlara kapılıp gidiyor. Bir kadının en güzel haliyle karşılaşmanın verdiği utangaçlıkla gerileyen adımların, bir kadına duyulan hayranlıkla ilerlemeye başlıyor. Donuk mavi gözleri altında bambaşka çiçeklerin açtığı bir dünyanın yattığı ve yüzündeki gülümsemenin altında en harlı alevlerin bulunduğu cehennemin yaşadığı bir surat… Ne uzun ne de kısa boyu, sanki muntazamlığın timsali… Teninin beyazlığı, hapsolduğun aydınlığın kaynağı… Teninin pürüzsüzlüğü, en kaliteli porselenlerin bile kıskançlıktan çatlatan… Ne yaşlı ne genç, zamansız bir güzellikten başka bir şey olmadığını anlıyorsun karşındaki kadının. Her türlü musibeti defeden bakışları altında, her türlü musibeti yaratan tebessümüyle seslenişi sana…


“Sonunda Dina…

Image

Sonunda!”
Bu hesaba atılan özel mesajlar kontrol edilmemektedir.
User avatar
Dina
Posts: 158
Joined: 13 Nov 2022, 05:50

26 Sep 2024, 16:38

Sözleri aydınlığın en parlak halesine dönüşürken karanlığın kokularının yavaş yavaş burnundan silindiğine şahit oluyordu. Ulaşıyordu derinlere ve zirvelere, sesinin gidebildiğince uzaklara; görüyordu akıbetini. Görmekle kalmıyor, nefesiyle erişiyordu kaderinin ona uzattığı ellere. Davullara vuran tokmaklar, yaylıları geren parmaklar, tellere vuran mızraplar... Sonra böğrünü deşen mızraklar! Deşmişti tüm hazlarını, umutlarını ve hayallerini aklının alamadığı bir hızda. Karanlık sararken ruhunu, teslim olurken bedeni siyama, kıyam ve kıyamet korkusu ile dolmuştu zihni. O her ne kadar korkuyu hissetmese de, ruhundaki çalkantılar onu boş bir varil gibi sallamıştı güvertenin bir ucundan, diğer ucuna...

Bir tek o kalmıştı. Tek bir gemi, yaşamın ırmağının kıyısında; belki de dünyanın sonunda, sallanıyordu şimdi. Bir tek o kalmıştı, sallanan ve feryat eden geminin içinde. Sular dövüyordu gövdesini, şimşekler kırbaçlıyordu yelkenlerini. Yıpranmış tahtaların birbirinden ayrılırken çıkardığı sesler, çatırtılar ve çürük kokusu... Burnuna vuruyordu keskin yosunun, tuzun ve musibetlerle kuşanmış yaratıkların kokusu. Hepsi ruhundaydı, hepsi toplanmış; hepsi soluyordu şimdi bir bir niyetini genç kızın. Sanki her şeyi biliyorlar, sanki olacak olanların habercisi gibiydiler.

İşte bunun adına kader diyordu bu diyarın sakinleri. Ölesiye korktukları, ölesiye bağlandıkları, ölesiye saygı duydukları... Kaderin gözü onun üzerinde iken, onu yırtmayı; kırmayı ve göz ardı etmeyi dahi denemişti. Bu cüretsizlik, bu hadsizlik karşısında kulakları hala sağır olmamıştı. Duyuyordu oysa. Çok net bir biçimde duyuyordu. İçinde yatanı, ona el uzatanı.... Şimdi karşısındaydı. Bembeyaz sayfada, bembeyaz bir nokta. Görülemeyecek kadar silik, görülmeden geçilemeyecek kadar muazzam. Muhteşemin, fevkaladenin tanımlarını düşündü. Hayatında gördüğü tüm güzellikler; dokunabildiği tüm mücevherler; soluduğu güzel çiçekler... Hepsinin bir alaşımı gibiydi duyduğu sesteki pür ve pak aydınlık. Çekinir olmuştu şimdi. Nefret duyması, sinirlenmesi ve saldırması gerekmez miydi? Dina kıskanmaz mıydı? Onu gördüğünde de böyle hissetmemiş miydi?

Bu, ruhundaki sesin tezahürüydü. Şimdi karşısında. Bembeyaz bir sayfadaki, bembeyaz nokta.

Saçlarından akan ışıltıları izledi. Yaşam ırmağından çağlayan, hayat dolu bir su gibiydi. Şimdi ise ona suallerini iletiyodu. Sorular soruyor, cevaplar bekliyordu. Belki de hepsi bu an içindi. Onu doğuran, yaşatan ve öldüren... Kaderin ta kendisiydi o an için. Dina ise düşünebilmeyi yeni akıl ediyordu. Sahi ya... Çarkı kıracaktı.. Bunun anlamı ne olabilirdi?

Ruhtan, zamandan, varlıktan azade... Güzellik ya da kötülük. Hepsini barındıran bir suret idi. Yaşam gibi, ölüm gibi.

Doğumundan itibaren duyduğu, gördüğü ve hissettiği hiç bir şeye benzemiyordu o. Kaderin onu yüzleştirdiği türlü suret onun yüzünde bir ziyafete katılmıştı. Hüznü ruhuna son bir kez daha tecelli ederken içindeki fırtınanın dinginleşti o an geldi. Sağa, sola savrulan ve şimşeklerle dövülen o gemi artık durmuştu. Sesler susmuş, yaylılar son vurucu notayı basmıştı. Mızraklar böğründen yavaş yavaş ayrılırken onun sesi tekrar beliriyordu.

Kulakları ile duyamıyor, gözü ile görmüyordu. Aydınlık karşısında tek hissedebildiği o endamlı huzurdu.

Bu karşılaşma sonrasında kendisini takdim etmesi, şaşırması ya da saldırması mümkün değildi. Zira ne olursa olsun ona muhtaçtı. Öylesine mecburdu ki bu nura teslim olmaya... Şimdilerde anlıyordu, zamansız bir boşluğun kaderin ta kendisi olduğunu. Şimdi dank ediyordu kafasına; zamandan ve varlıktan azade olanın Dina olduğu. Şimdi anlıyordu... Kaderin zamandan ve mekandan bağımsız olduğu. Çizilen, yazılan bir şey değildi oysa... Hatalı fikirler, beşeri ideolojilerdi bunlar... Kaderin ve yaşamın anlamı da buydu.

Öyleyse artık sorabilirdi. Zamanı gelmişti. İlk kez sorabilirdi. O ırmaktan bir yudum alabilirdi.

Buna hakkı vardı. Geriye adımlayan fani bedenini zorla da olsa durdurdu. Dingin ruhunda akan nehirleri biraz olsun susturdu. Çağlayan ırmakların sesi, kuş cıvıltılarıyla bezenirken; süslenmiş ağaçların çatırdayan dallarını kıran rüzgarı hissetti. Şimdi ise sözcüklerine dökülüyordu o ses. Ağzıyla, dudaklarıyla değil! Onu müjdeleyen fısıltılarla... Zihninin en derinlerinden ulaşan yankılarla erişmeye çalıştı ona. Takdim değildi bu. Bir serzenişti.

"Öyleyse söyle... Kimdir Dina? Zihninde çağlayan arzulara boyun eğen midir? Yoksa söyleneni yapan mıdır? Bilemeyen, soramayan mıdır? Dina bir problem midir, çözülmesi gereken... Dina bir kahraman mıdır, herkesi kurtarması beklenen... Yoksa Dina bir iblis midir, tiksinilen."

Zamansız salonda, zamansız bir nefes aldı. Boşluğa karışan havayı izledi. Ruhundaki seslerin en suskun olduğu andı belki de. Sözleri ile değil, çehresi ile değil, endamın dile geldiği o nefessizlik ile konuşuyordu şimdi.

"Hiç biri. Öyle değil mi? Öyleyse söyle! Nedir kaderim? Bu topraklarda yetişen bir çiçek midir Dina? Yoksa bu topraklara solmak için mi geldi? Yoksa... Koparılan bir takvim yaprağı mıdır... Kıramayacağım bir çark, yırtamayacağım bir sayfa mıdır Dina?""

Karşısında vuku bulan varlık, yaşamın ve ölümün yekpare birleşmiydi o an için. Gülümsedi ona. Zira bir borcu yoktu ona. İçinden gelmiş, ruhundaki en güzel parıltıyı bulup çıkartmıştı oracıkta. Kaosun, karanlığın ve öfkenin vuruştuğu diyarlarındaki belki de en nadide, en samimi parıltıyı çıkartıp teslim etmişti ona. Verebileceği başka bir şey yoktu oysa. Gülümsedi. Başka bir şeyi yoktu onun için! Hediyesi buydu.

"Ben buyum işte. Sen de biliyorsun. Böyle doğdum ben. Şimdi ise kaderimi bilmek istiyorum. Anlat bana. Anlat ve kabul edeyim. Bileyim. En derin arzum budur. Gideceğim yer, ulaşacağım zafer... İsteklerim! Orada yazılı mıdır?"
Image
Karakter - Künye
Image
İsim: Dina
Cinsiyet: Kadın
Yaş: 21
Boy: 165
Kilo: 48
Sınıflar: Toplayıcı - Saldırgan - Elementalist
Mevcut GP/AGP/İGP: -
Mevcut Para: 9.550
İtibar: 6


Profil
Güç: 1
Dayanıklılık: 2
Çeviklik: 3
İrade: 6
Zeka: 7

Aludir Statları
Görü: 4
Hakimiyet: 6
Mevcudiyet: 2

Ekipmanlar/Eşyalar
-
İblis - Künye
Image
İsim: Vybukh
Cinsiyet: Erkek
Boy: 2.25
Kilo: 217
Tür: Yaratık
Seviye: Razguk

Profil
Varlık: 5
Güç: 6
Dayanıklılık: 8
Çeviklik: 6
Arun: 7
Duren: 4
İrade: 5

Yetenekler
Element Yaratıcısı

Teknikler

Azgın Canavar - C Rank
Misket Bombası - C Rank
Kuyruk Kırbacı - B Rank

Ekipmanlar/Eşyalar
Bel Çantası
3 adet Cam Fanus
2 adet Yağ Matarası
40 adet Demir Bilye
User avatar
GM - Dimensio
Game Master
Game Master
Posts: 1852
Joined: 31 Jan 2022, 13:20

27 Sep 2024, 13:51

Ağzından dökülen sözler sanki boğazında düğümlenmiş ve ardından ise sonsuzluğa teslim edilmiş gibi dağılırken, bakışların beyaz saçlı kadının çarpık gülümsemesinden öteye geçemiyor. Her bir kelimenle kadının çarpık gülümsemesi kendi daha da belli ederken, gülümsemesinin ardından saklanan onlarca tilkiyi gözlerinde görebiliyorsun. Gülümseyişleriniz birbirine çarptığı anda ise, sanki bu tilkilerden her biri başlarına geldiğini bile anlamadan sonsuzluğa dağılıp gidiveriyor. Zavallı tilkilerin birbirlerine dolanmış kuyruklarıyla uzaklaşmaları pek de mümkün olmazken, kadın aldığı hafif bir nefesle bakışlarını keskinleştiriyor.

“Ayakta konuşmayı hiç sevmem… Oturmaz mısın?”

Kadının sorusu bittiği anda, kendisini son derece rahat bir koltuğa bıraktığını görmek, yaşadıkların içerisinde belki de en az şaşırdığın şeylerden biri oluyor. Bakışlarını etrafına çevirdiğinde, uçsuz bucaksız karanlık bir odanın içinde, nereden yayıldığı belli olmayan bir ışığın altında buluyorsun kendini. Taş duvarlar ve zemin, el işçiliğinin en asil örneği gibi gözlerini boyamaya başlarken, kendini bir şatonun en lüks odasında hissediyorsun. Kadın, hemen yanında duran bir sehpanın üzerinden içi kırmızı şarap dolu kadehini alıp dudaklarına götürürken, kadının tam karşına oturmuş olduğunu ve aynı şekilde senin de koltuğunun hemen yanında bir sehpa ve içi şarap dolu kadeh olduğunu görüyorsun. Kadın şarabından aldığı ufak yudumu, asırlardır ağzında tutarak her zerresinden aromasını almak ister gibi görünüyor. Küçük bir yutkunmayla yudumunu boğazından aşağıya kaydırmasından sonra ise kırmızı dilini üst dudaklarında gezdirip aldığı hazzı arttıran kadın, bir an olsun bakışlarını senden ayırmıyor.


“Ne kadar da çok soru biriktirmişsin kısacık ömrüne?”

Kadının yumuşak sesine bulanan kulakların, bir başka sesi duymaktan kendini men etmişçesine huzura ererken, kadının hafif tebessümünü arttırmasıyla kavuştuğu ihtişama boğuluyorsun. Kadından alamadığın bakışların, onun en keskin zehir olduğunu bağırırcasına söylemesine rağmen, ruhun bir an olsun onun varlığından alıkoyamıyor kendini. Sanki tüm bu oda, eşyalar… Sanki tüm o aydınlık ve karanlık… Sanki tüm insanlık ve iblisler… Sanki her şey onun için var edilmiş ve onun yok etmesine sunulmuş gibi…


“Kaderini bilmek istiyorsun… Bunu kim istemez ki? Ama bir şeyi bilmek istiyorsak, önce onun anlamını bilmemiz gerekmez mi? Kader, kader, kader… Kader nedir ki? Her şeyin yazılı olduğu bir tahta mı? Yoksa kendimizi kandırmak için uydurduğumuz bir safsata? Bizi biz yapana mı kader diyoruz, yoksa müstakbel geleceğimize dair umutlarımıza mı? Kaderini bilmek istiyorsan, kaderin ne olduğunu öğrenmen gerekmez mi? Ya da, yok olduktan sonra kaderin bir önemi var mı?”

Bir yudum daha alıyor kadın kadehinden. Ne iştahlı ne isteksiz… Tek bir yuduma cihanı sığdırmış gibi ve tek bir yudumla tüm dünya nimetlerine kapılmış gibi… Tek değişmeyen, sende kilitlediği gözleri…
Bu hesaba atılan özel mesajlar kontrol edilmemektedir.
User avatar
Dina
Posts: 158
Joined: 13 Nov 2022, 05:50

28 Sep 2024, 04:23

Kar yağmış bir dağın yamaçları gibiydi saçları. Aynı dağın zirvesi kadar donuktu gözleri, dudakları. Yüzündeki gülümsemeden okuyabildikleri ise ruhuna zebani gibi çöküyordu. Hissedemediği hazlar gırtlaklıyordu onu. Çözemiyor, bozamıyordu. Sevinç, keder, hin, erdem. Hangisi olduğuna karar veremiyordu tebessümünde yatan sihrin. Şimdi ise daha derinlerine nüfuz ediyordu her bir kıvılcımı, bakışların, her bakışta ona ulaşan ayrı bir hecenin. Her hece, ruhunda bir gündüzü kapatan bir gece. Her gece, karanlık güneşi doğuran bir şafak. Her şafak ise ağlayan bir ayı kucaklayan sözlerine dönüşmüştü çoktan.

Hissedebildiklerini kelimelere dökmek, boğazında düğümlenen nefesleri çözmek ve bir yandan kaderinin peşine takılmak ziyadesiyle zordu artık onun için. Sonrasında bu alemin efendisinin artık o olduğunu görmezden gelemezdi. Artık onun yarattığı bir kukla gibiydi. Dina bundan nefret etti. En başta ona olan sinirini bastırmıştı. Ondan nefret edemezdi. Zira artık nefret edebileceği bir dünyada yaşamıyordu. Bu diyarın kontrolünü elinde tutana karşı kin beslese ne yazardı ki? Dina kendi kaosunu severdi, kendi yıkımını... Kendi öfkesini getirirdi. Artık bu topraklarda onlardan eser yoktu. Zira huzurun, olabildiğince kederin ve sükunetin sığdığı bir mahzendeydi. Sonrasında ise oturdular. Koca bir salonda, karanlığın bulaştığı duvarlarda, bilinmeyen gizli bir alevin ısıttığı odadaydılar. Bir şarap, iki kadın ve sonsuzluğa uzanan sözler.

Bir krallıktan çıkıp, diğerine seyahat etmişti. Daha yücesine, daha fevkaladesine.

Kadının zarif hareketleri, sanki evrenin dokusunu baştan yaratıyormuşçasına ihtişamlıydı. Her yudumda, zamanın kendisi çözülüyor, mekânın sınırları kayboluyordu. Dina, bir an için kadının varlığında kaybolduğunu hissetti. O kadim gözler, onun ruhunu çekip çıkarıyor, onu bu dünyadan soyutluyordu. Kadının yüzündeki gülümseme, Dina’ya bir müjde gibi gelmişti. Bu gülümseme, tüm cevapların içinde saklı olduğu bir sırdı belki de. Kadının şarabından aldığı yudum, her zerresinden aldığı keyif karşısında onun hisleri daha farklıydı. Hüzünleniyordu artık. Zira nedensizce burada sonsuza kadar kalacağını düşündü. Ölmüştü, gitmişti. Terk ettiği diyardan her ne kadar nefret etse de sonsuza kadar burada tıkılı kalmanın vereceği acının onu delirteceğini düşündü. Zira ölümle karşılaştığı an hazır olmasının tek sebebi sonsuz boşluğun ve hiçliğin tam ortasına gidecek olmasıydı. Her şeyin karanlık, benliğinin uykuda olduğu bir ziyafet gibiydi. Ancak artık, burada mahsur kalmaktan da korkuyordu.

Yine de evdeymiş gibi hissediyordu. Her şey yabancı olsa da, bir kaç saniye sonra aniden tanıdık hale geliyordu.

Kadının sorusuna bir cevap vermemişti. Ardından kadının devam ettirdiği sözlerinin her birini kaçırmadan, unutmadan dinledi. Kader ile ilgili konuşmalarına kaldıkları yerden devam ediyorlardı şimdi de. Kaderin anlamından bahsederken, Dina da kendi içinde düşündü. Kadere hiç bir zaman beşeri anlamlar, maddi değerler yüklememişti. Belki de konuştuğu dilde kaderin bambaşka anlamları vardı. Belki kelimeler onu tam karşılamıyordu bile. Buna bir yazgı demek ne kadar doğru olabilirdi. Yazılmış olduğu gibi, hiç yazılmamış da olabilirdi. Her şey sona erdiğinde de yazılacak olabilirdi. Ya da yazılmaya devam ediyor olabilirdi. Bunu kimse bilemezdi. Aynı şekilde... İsminin getirdiği kaderi de bilmiyordu. Ancak, soru sorma huyu olmadığı için şu güne kadar; bu soruların cevabını hiç bulamamıştı. Hoştur ya, insanların dünyasında bu soruların cevabını verebilecek pek fazla insan bulunmuyordu. Herhalde Eletha ile karşılaşırsa bu hoş bir karşılaşma olmazdı. Nalları diker ve sonsuza kadar nefesi susardı. Ancak artık sorularının bir muhatabı olduğunu hissediyordu. Her ne kadar ölüp gideceğinden adı gibi emin olsa da, merakı artık son bulabilirdi. Son bir tatmindi bu.

"Çünkü ben pek soru sormam." diyerek başladı. Eli hemen dibindeki şarap kadehine giderken içinde sallanan kızıl ırmağın akışına dikkat kesildi. Kan kırmızısı şaraptan içmek üzere kadehi nazikçe kavramış ve hemen ardından tekrar konuşmak için niyetlendiğini belli etmişti.

"Kimse cevapları bilmez çünkü. İnsanlar böyledir. Ben de kimseye güvenmem. Yaşayıp öğrenmeyi severdim. Yani hayattayken... En azından artık çürümüş bir cesetten ibaretim. Cesetlerin böyle şeyleri dert etmesine gerek yoktur."

Kavradığı kadehi ağzına götürmek için kolunu yavaşça hareket ettirirken gözlerini bir an olsun kaçırmamıştı karşısındaki kadından. O denli aheste hareket ediyordu ki, kadının iştahsızlık ile keyif arasında kalmış ruhuna ızdırap çektirmeye niyetlenmiş gibiydi. Bir sivri sinek gibi olmalıydı Dina'nın varlığı onun için. Zira buranın kraliçesiydi o. Davetsiz bir misafire zaman öldürmek ve onun garip hareketlerini çekmek en son istediği şey olsa gerek.

"Kader nedir bilmem ama onu kelimelerle ifade etmek zor olsa gerek. Zira bazı şeyler kelimelerle tam karşılanmaz. Farklı durumlarda farklı anlamları vardır. Belki de kader yazılan, çizilen bir şey değildir. Belki de kader anlatılan, fısıldanan bir yankı değildir. Belki de kader önceden yazılmış bir yazgı değildir. Her şey olup bittiğinde; koyulacak bir noktadır. Belki de kader, biz ilerledikçe, koştukça, durdukça ya da öldükçe... Hiç durmadan yazan bir kalemdir. Bilemiyorum. Bu benim kavrayışımın çok dışında... Ancak şunu biliyorum. Bir düzenin parçasıyım. Uyandığımdan beri. Seçimlerim bana aitmiş gibi görünse de, kaderimin beni saptırdığı yollarda yürüdüm hep. Sonum gelmiş olabilir. Belki de rolümü oynamışımdır. Belki de ebediyen uyumam gerekiyordur artık. Kaderim son bulmuş olabilir... Yine de öğrenmek isterim. Zira kader ile seçimlerim bir yerde birleşecek, öyle değil mi? Aksi takdirde... Basit bir piyondan öte değildir Dina."

Puslu kelimeleri hedefine ulaştıktan sonra gözlerinden çıkan alevli okları kadının üzerinde biraz daha gezdirdi. Nişan alıyor, yayı geriyor ancak yayı bırakmıyordu. Sonrasında savaş baltalarını gömen bir düşman askeri gibi teslimiyete çekildi, sessizleşti. Cümleleri nihayete ererken diliyle şarap kadehini geziyor, her bir noktasındaki tadı biraz daha almaya uğraşıyordu. Kadının ilk yudumunu takiben tek isteği o şaraptan biraz içmekti. Ancak şimdi sözleri anlam kazanıyordu. Seri, zarif ancak sert bir hamle ile bileğini çevirdi. Yavaşça, usulca şarap kadehinden yere dökülen şarabı izlemek için gözlerini aşağı kaydırdı. Ardından son cümlelerini döktü dudaklarından.

Bu bir meydan okumadan ziyade, kelimelere dökemediklerini anlatabilme çabasıydı.

"Nezaketsizlik olarak görme. Zaten ölüyüm. Biliyorsun değil mi? Ben söylenen her şeyi yapan değilim. Adım da bu yüzden Dina. Bu yüzden bir piyon değilim."
Image
Karakter - Künye
Image
İsim: Dina
Cinsiyet: Kadın
Yaş: 21
Boy: 165
Kilo: 48
Sınıflar: Toplayıcı - Saldırgan - Elementalist
Mevcut GP/AGP/İGP: -
Mevcut Para: 9.550
İtibar: 6


Profil
Güç: 1
Dayanıklılık: 2
Çeviklik: 3
İrade: 6
Zeka: 7

Aludir Statları
Görü: 4
Hakimiyet: 6
Mevcudiyet: 2

Ekipmanlar/Eşyalar
-
İblis - Künye
Image
İsim: Vybukh
Cinsiyet: Erkek
Boy: 2.25
Kilo: 217
Tür: Yaratık
Seviye: Razguk

Profil
Varlık: 5
Güç: 6
Dayanıklılık: 8
Çeviklik: 6
Arun: 7
Duren: 4
İrade: 5

Yetenekler
Element Yaratıcısı

Teknikler

Azgın Canavar - C Rank
Misket Bombası - C Rank
Kuyruk Kırbacı - B Rank

Ekipmanlar/Eşyalar
Bel Çantası
3 adet Cam Fanus
2 adet Yağ Matarası
40 adet Demir Bilye
Post Reply

Return to “Alamara Şehri”