Fısıltın, karanlığın içerisinde bir pus gibi ilerleyip hiçliğe kavuşurken gözlerin hala aydınlıkla kamaşıyor. Her birini ruhunda ve vücudunda sindirmeye çalıştıkların, her defasında daha fazla kusuyor gökyüzüne. Oysa bir gök olmamasına rağmen, varlığının silinişine eşlik ediyorsun her bir inadında… Karanlık… Aydınlık… Kızıl… Hepsi varlığının yokluğu… Bir elinde keman ve diğer elinde kılıç…
Büyüyen gözlerine bir kez daha hakim olamıyorken, zifiri karanlığa kapattığın gözlerinin bedenini bu denli görebilmesi ayrı bir dilemma yaratıyor zihninde. Göz kapaklarını kapalı olup olmadıklarını anlamak için yokladığında, kirpiklerinde süzülen ter damlalarını hissedebiliyorsun. Tek bir damlanın bir şelaleye dönüşü gibi… Bedenin giderek kaynayan bir edayla ter atmaya başladığında, daha da sıkı kapatıyorsun gözlerini. Aydınlığı karanlığınla sindirmek isterken, her bir ter damlasının kızıla dönüşüyle vücudunun yok olmasına şahitlik ediyorsun, öylece durarak… Karanlığı aydınlıkla buluşturmak isterken, eline bulanan kızıla adıyorsun tüm düşlerini, kabuslara direnerek… Ve kabullenmek isterken kızılı, aydınlıkla karanlığın etini koparırcasına hücum etmesine izliyorsun, hiçbir şey yapamayacağını bilerek…
Zihnine saplanan bir ok ve ruhuna inen bir hançerle açılan gözlerin, ilk kez ciğerlerine doldurduğun nefesin acısıyla dolduruyor tüm bedenini… Sanki bir yerden bu acıyı anımsar gibi… Sanki ilk doğduğunda aldığın ilk nefes gibi… Gözlerinde dolan yaşlara engel olamıyorken, aydınlıkla yüzleşmenin vahameti çöküyor ruhuna. Ne bir dinginlik ne de bir sakinlik olmaksızın, ruhunun bedenine sığmadığını ve zoraki bir esarete direndiğini hissediyorsun. Hoş, hangi esaret zoraki değil ya? Titreyen bakışlarınla varlığını bulmak istediğinde, sadece çıplak bir beden buluyorsun karşında… Tüm pürüzsüzlüğü, tüm beyazlığı ve tüm temizliği ile en saf haliyle görüyorsun Gadiel’i. Kana bulanmış teninin kokusu, dağılmış saçlarının dümdüz bir şekilde toplanmış olması, kirli sakallarının düzgün bir şekilde traşlanmış olması… O her zamanki bakımsız görünümünde uzak, muntazam bir Gadiel’i görüyorsun sadece. Bedeni tüm aydınlıktan daha beyaz, saçları tüm karanlıktan daha kara… Kızıl, bir anda bedenini sarmalamak ister gibi aklına çökerken, elindeki kılıçtan yere damlayan kan tanelerini görüyorsun. Her biri aydınlığa düşerken sönen kızılı… Sahi ya, bu kılıç ne zamandır elinde?
Gözlerin, saflığa bürünmüş bedeninden çıkıp ufka yöneldiğinde, bir kez daha ismini zikredilmesiyle irkiliyorsun. Uçsuz bucaksız bir düzlemde isminin zikredilişi, tüm soruların cevabı gibi doluyor zihnine. Bu kez gözlerin, hızla ismini zikreden sesin sahibini aramaya başlıyor. Sonsuz aydınlığın ortasında kalmış çaresiz bir bedevi gibi, bir vahayı ararcasına bakıyorsun sesin sahibini bulmak umuduyla. Bir kez daha… Bir kez daha… Ve bir kez daha… İsmin artarda zikredildikçe, sesin daha da yaklaştığını anlayabiliyorsun. Ancak bu sesin hangi yönden geldiğini hiçbir şekilde kestiremiyorsun. Gözlerin aydınlığı görmek dışında hiçbir işe yaramazken, tüm duyularının da ket vurulmuşçasına çürüyüp gittiğini fark ediyorsun. Ne var ki, gözlerin adımlayan ayaklarını gördüğünde, yaklaşanın sesin değil, senin sese yaklaştığını anlıyorsun. Ruhunun bir şeylere çekilişini izler gibi izliyorsun adımlarını… Ta ki, karanlık bir boşlukta, pejmürde bir hale gelmiş bedenine ulaşana kadar!
Her şeyin bir anda zifiri karanlığa bürünmesiyle, tüm dünyanın altüst oluşuna birinci elden şahitlik ediyorsun. Hala kulakların isminle dolsa bile, bu kez karanlık hükmüyle ruhunu sarmaya başlıyor. Gözlerini kapadığın anda ise, bir aydınlığın ortasında buluyorsun kendini! Daha sıkı kapıyorsun gözlerini, o hasret kaldığı aydınlığa muhtaç bir şekilde… Ancak gözlerin bir kez daha açılıyor, senden bağımsız, isyankar bir kul gibi! Gözlerin açıldığı anda ise, bir kez daha karanlığı buluyorsun sadece… Aydınlık ve karanlık arasında, çürüyenin kızıla boyanmış ruhun olduğunu… Ve bir kez daha kapatıyorsun gözlerini… Ne kapatmanın ne de açmanın bir önemi olmadığını bilerek…
Büyüyen gözlerine bir kez daha hakim olamıyorken, zifiri karanlığa kapattığın gözlerinin bedenini bu denli görebilmesi ayrı bir dilemma yaratıyor zihninde. Göz kapaklarını kapalı olup olmadıklarını anlamak için yokladığında, kirpiklerinde süzülen ter damlalarını hissedebiliyorsun. Tek bir damlanın bir şelaleye dönüşü gibi… Bedenin giderek kaynayan bir edayla ter atmaya başladığında, daha da sıkı kapatıyorsun gözlerini. Aydınlığı karanlığınla sindirmek isterken, her bir ter damlasının kızıla dönüşüyle vücudunun yok olmasına şahitlik ediyorsun, öylece durarak… Karanlığı aydınlıkla buluşturmak isterken, eline bulanan kızıla adıyorsun tüm düşlerini, kabuslara direnerek… Ve kabullenmek isterken kızılı, aydınlıkla karanlığın etini koparırcasına hücum etmesine izliyorsun, hiçbir şey yapamayacağını bilerek…
Gadiel…
Doğmuşlardan Kucaklayanı…
Oysa şimdi…
Sadece…
Karanlığın…
Aydınlığın…
Ve kızılın…
Gadiel’i yok edişini kucaklayanı…
Doğmuşlardan Kucaklayanı…
Oysa şimdi…
Sadece…
Karanlığın…
Aydınlığın…
Ve kızılın…
Gadiel’i yok edişini kucaklayanı…
Zihnine saplanan bir ok ve ruhuna inen bir hançerle açılan gözlerin, ilk kez ciğerlerine doldurduğun nefesin acısıyla dolduruyor tüm bedenini… Sanki bir yerden bu acıyı anımsar gibi… Sanki ilk doğduğunda aldığın ilk nefes gibi… Gözlerinde dolan yaşlara engel olamıyorken, aydınlıkla yüzleşmenin vahameti çöküyor ruhuna. Ne bir dinginlik ne de bir sakinlik olmaksızın, ruhunun bedenine sığmadığını ve zoraki bir esarete direndiğini hissediyorsun. Hoş, hangi esaret zoraki değil ya? Titreyen bakışlarınla varlığını bulmak istediğinde, sadece çıplak bir beden buluyorsun karşında… Tüm pürüzsüzlüğü, tüm beyazlığı ve tüm temizliği ile en saf haliyle görüyorsun Gadiel’i. Kana bulanmış teninin kokusu, dağılmış saçlarının dümdüz bir şekilde toplanmış olması, kirli sakallarının düzgün bir şekilde traşlanmış olması… O her zamanki bakımsız görünümünde uzak, muntazam bir Gadiel’i görüyorsun sadece. Bedeni tüm aydınlıktan daha beyaz, saçları tüm karanlıktan daha kara… Kızıl, bir anda bedenini sarmalamak ister gibi aklına çökerken, elindeki kılıçtan yere damlayan kan tanelerini görüyorsun. Her biri aydınlığa düşerken sönen kızılı… Sahi ya, bu kılıç ne zamandır elinde?
Gözlerin, saflığa bürünmüş bedeninden çıkıp ufka yöneldiğinde, bir kez daha ismini zikredilmesiyle irkiliyorsun. Uçsuz bucaksız bir düzlemde isminin zikredilişi, tüm soruların cevabı gibi doluyor zihnine. Bu kez gözlerin, hızla ismini zikreden sesin sahibini aramaya başlıyor. Sonsuz aydınlığın ortasında kalmış çaresiz bir bedevi gibi, bir vahayı ararcasına bakıyorsun sesin sahibini bulmak umuduyla. Bir kez daha… Bir kez daha… Ve bir kez daha… İsmin artarda zikredildikçe, sesin daha da yaklaştığını anlayabiliyorsun. Ancak bu sesin hangi yönden geldiğini hiçbir şekilde kestiremiyorsun. Gözlerin aydınlığı görmek dışında hiçbir işe yaramazken, tüm duyularının da ket vurulmuşçasına çürüyüp gittiğini fark ediyorsun. Ne var ki, gözlerin adımlayan ayaklarını gördüğünde, yaklaşanın sesin değil, senin sese yaklaştığını anlıyorsun. Ruhunun bir şeylere çekilişini izler gibi izliyorsun adımlarını… Ta ki, karanlık bir boşlukta, pejmürde bir hale gelmiş bedenine ulaşana kadar!
Her şeyin bir anda zifiri karanlığa bürünmesiyle, tüm dünyanın altüst oluşuna birinci elden şahitlik ediyorsun. Hala kulakların isminle dolsa bile, bu kez karanlık hükmüyle ruhunu sarmaya başlıyor. Gözlerini kapadığın anda ise, bir aydınlığın ortasında buluyorsun kendini! Daha sıkı kapıyorsun gözlerini, o hasret kaldığı aydınlığa muhtaç bir şekilde… Ancak gözlerin bir kez daha açılıyor, senden bağımsız, isyankar bir kul gibi! Gözlerin açıldığı anda ise, bir kez daha karanlığı buluyorsun sadece… Aydınlık ve karanlık arasında, çürüyenin kızıla boyanmış ruhun olduğunu… Ve bir kez daha kapatıyorsun gözlerini… Ne kapatmanın ne de açmanın bir önemi olmadığını bilerek…
Tek duyduğun, sadece ismin oluyor…
Gadiel diyorlar…
Gadiel…
Gadiel…
Ga…
Di…
El…
…
…
…
…
…
…
…
…
…
“Gerçekten ölmedin, değil mi Gadiel? Öyle birini söylemişlerdi, neydi adı!? Neydi, neydi, neydi!? Zen’li bir şey demişti… Zen- zen- Zenpu! Hayır, bu kadar kısa değildi! Zenpuhyu! Hayır, bu da değil! Ama~~n, her neyse! GA-DI-EL~~! Ölmediysen ölü taklidi yapmayı bırak!”
…
…
…
“Gadiel… Yazgın bu değildi! Seni bunun için selamlamadım! Kalk hadi, GADIEL!”
Gadiel diyorlar…
Gadiel…
Gadiel…
Ga…
Di…
El…
…
…
…
…
…
…
…
…
…
“Gerçekten ölmedin, değil mi Gadiel? Öyle birini söylemişlerdi, neydi adı!? Neydi, neydi, neydi!? Zen’li bir şey demişti… Zen- zen- Zenpu! Hayır, bu kadar kısa değildi! Zenpuhyu! Hayır, bu da değil! Ama~~n, her neyse! GA-DI-EL~~! Ölmediysen ölü taklidi yapmayı bırak!”
…
…
…
“Gadiel… Yazgın bu değildi! Seni bunun için selamlamadım! Kalk hadi, GADIEL!”










