Savaş... Ebedi bir lanet gibi ruhumuza çöreklenmiş bir karanlıktı. Her adımda, toprağı besleyen kanın kokusunu duyuyordum; o kan ki nehirler gibi akıyordu, ardında yalnızca yokluğu ve çürümenin soğuk izini bırakıyordu. Savaşın ağırlığı omuzlarımda bir zincir, ruhumda daimi bir yara gibi hissettiriyordu. Her darbede, her kılıç sesinde, insanlığın üzerine işlenmiş bir mühür gibi yankılanıyordu bu korkunç gerçek. Zamanla bu mühür, yürekte kaskatı bir taş haline geliyordu.
İlk kan döküldüğünde, anlamıştım. Savaş, asla sadece bedenlerle yapılan bir kavga değildi. Hayır... Savaş, ruhları kemiren bir kurttu, içinde taşıdığımız en saf duyguları, en derin umutları parçalayan, tüm sevgiyi ve ışığı karanlıkta boğan bir canavardı. Bu canavarla yüzleşmek, insanı her seferinde biraz daha yutan bir uçuruma bakmak gibiydi. Ve bir kez o uçuruma düştüğünde, geri dönüşün olmadığını fark ediyordun.
Kan... Savaşın diliydi bu. Her damla, toprağa döküldüğünde bir an için tüm dünya susuyordu sanki. O kanla yıkanmış toprak, insanlık adına dökülen her gözyaşını, her çığlığı soğuk bir mezar taşı gibi mühürlüyordu. Ellerimle kestiğim her nefes, benden bir parça alıyordu. Ruhumun derinliklerinde bir ses vardı, her katliamda yankılanan. "Gadiel," diye fısıldıyordu. "Her kestiğin hayat, senin de canını alıyor."
Ellerim, sözlerimle birlikte titredi her seferinde. Savaşın ortasında, dostun düşmandan farkı kalmadı. Parçalanmış bedenler, kana bulanmış yüzler... Gözlerim o kadar çok karanlığa baktı ki, aydınlık nedir unuttum. Her iblisin, her düşmanın yüzünde kendi ruhumun yansımasını görüyordum. Onların maskeleriyle benim yüzüm birleşti. Savaş, sadece canları almadı; bizden, benliğimizden, insanlığımızdan ne varsa çekip aldı. Ve geriye bir boşluk bıraktı, derin bir boşluk.
"Bu mu zafer?" diye sordum kendime. Her çığlıkta, her kan damlasında daha da ağırlaşan bir yük omuzlarımda birikiyordu. Kazanmak dediğimiz şey, sadece daha fazla kaybetmekti aslında. Zafer denilen kavram, geride bırakılan cesetlerin üzerine kurulmuş bir yanılsamaydı. Toprağın altında yatan her dost, her düşman, o yanılsamayı daha da görünür kıldı gözümde. Ne zafer, ne de yenilgi... Savaşın sonunda geriye kalan tek gerçek, ölümün o soğuk nefesiydi.
Savaş, beni de alıp götürmek istedi. Her adımda, her darbede bir parçamı çaldı. Fakat içimde bir ses var, hala nefes alıyordu. O ses, bana teslim olmamam gerektiğini söylüyordu. "Savaş seni yok edecek, ama ruhun direnecek." İşte, o yüzden hala ayaktaydım. Yıkılmış dünyamın ortasında, ellerimle değil ruhumla savaşıyordum artık. Çünkü savaş, kılıçlardan, kanlardan öte bir şeydi. Savaş, insanlığın en karanlık yüzünü gösteren bir aynaydı. Ve o aynaya baktığımda, kendi ruhumun savaştığını görüyordum.
Bu savaş bitmeyecekti, bunu biliyorum. Ama ruhum, bu karanlıkla dövüşmeyi bırakmayacaktı. Çünkü savaş, sadece ölmek ya da öldürmek değildi. Savaş, içindeki insanlığı, o son ışığı korumaktı. Ve ben, son nefesime kadar o ışığı söndürmemeye yeminliydim.
Derin bir nefes alarak iblisin üzerinden kalkıp adım atarken, farkında olmadan kendimi karanlığın daha derin bir çukuruna atıyordum. Zihnimdeki perde Nuemsa’nın hislerine açıldığında, içime dolan tek şey, kanın karanlıkta yankılanan o ağır kokusuydu. Köklerinin çatlayarak karanlığı yırttığı o anlarda, gözlerim sadece kızılın akışında kayboldu. Her damla, sanki beni bir başka sona sürüklüyordu.
Kulaklarımda yankılanan melodinin aniden kesilmesiyle, istemsizce başımı Josegna’nın olduğu tarafa çevirdim. Etrafımda hala iblislerin acı dolu çığlıkları yankılanıyor, Solena’nın kılıçlarının havayı bile parçalayan keskin darbeleri zihnimde iz bırakıyordu. Her şey bulanık ve karmaşık bir kaos içindeydi, ama gözlerim Josegna’yı bulduğunda, yüreğimde bir şeyler kırıldı. O tanıdık yüz... Şimdi tanıyamıyordum. Kılıcını çekerken gördüğüm o zarif, tanıdık siluet, bir yabancıya dönüşmüştü.
O parlak saçlar, her zaman ışıldayan o altın teller şimdi kana bulanmıştı. Yüzü, ifadesi, savaşa boyun eğmiş gibiydi, ve o an... Josegna, bir iblisten farksız görünüyordu. Kan, her şeyi boğmuştu. Onun etrafındaki ışık sönmüş, yerine sadece kırmızının ağır yükü kalmıştı. Savaş, en tanıdık olanı bile bir yabancıya dönüştürmüştü.
O an, Nuemsa’nın adımı haykırışıyla içimde yankılandı. Sanki derin bir uykudan, daha derin bir kabusa çekildim. Her şey bir an için durdu, ve bakışlarımı ön tarafa çevirdiğimde, Josegna’nın kontrolünden sıyrılmış iblislerin bize doğru hızla yaklaştığını fark ettim. O saniyeler içinde, daha önce alt ettiğim iblisler için harcadığım enerjiyi düşünmek bile, içimde tarifsiz bir yorgunluk ve çaresizlik uyandırdı. Gücüm tükenmiş, ellerim titriyordu.
Ama bir şey vardı... Derinlerde, köklerime işlenmiş bir gerçek. Biliyordum ki buraya teslim olmaya gelmemiştim. Çaresizlik, sıradan insanların tercihiydi. Ve ben... Ben o sınırın çok ötesindeydim. İnsanın yıkıldığı yerde, ben doğmuştum. Her adımda, her darbede içimdeki o ses bana fısıldıyordu: "Gadiel, bu son değil. Bu, yeni bir başlangıç."
Bakışlarımı dev iblise daha da keskin bir şekilde diktim, gözlerim o kocaman bedende en uygun açıklığı arıyordu. Her hamlem, bir hayatla diğerinin arasında asılı duruyordu. Tam o anda, Nuemsa yanımda belirdi. Onun varlığı, zihnime dolan o ağır karanlıktan bir ışık gibi kurtardı beni. Sözleri, bir zinciri kırarcasına beni esaretten çekip alıyordu. Onun hareketlerinde bir piyonun mekanikliği yoktu; her adımı, iradesinin ne kadar güçlü olduğunu gösteriyordu.
Yerden çıkan kökler bir an için dikkatimi dağıttı. Ne yapmaya çalıştığını o anda anladım. Nuemsa’nın kökleri, dev iblise ve onun ordusuna doğru hızla ilerliyordu. İlk temasla birlikte, kökler bir kamçı gibi, rastgele ama ölümcül bir isabetle iblislerin üzerine savruldu. O devasa varlıkların ilerleyişi neredeyse tamamen durma noktasına gelmişti. Köklerin yarattığı kaos, adeta zamanı yavaşlatmış gibiydi.
O an benim de hareket vaktim gelmişti. Duramazdım. Artık koşmalıydım. Yanımda, Nuemsa’nın kökleri, bana koruyucu bir kalkan gibi eşlik ediyordu. Sağımda ve solumda ilerleyen iblisler, köklerin darbesiyle durduruluyordu. Nuemsa, her dokunuşuyla bana bir koridor açıyordu; iradesini zorlayarak, kendi sınırlarını aşarak. Onun kökleri bana bir yol gösteriyor, beni koruyordu. Ve ben de o yolda, sonunu bilmediğim bu savaşta bir adım daha atıyordum.
Kan sıçrayan vücudumla, Nuemsa’nın açtığı yolda rahatça ilerliyordum. Her adımda köklerin güvenli dokunuşları eşlik ediyordu bana. Ama bir an geldi ki, o güvenliğin dışına çıkmıştım. Köklerin menzilinden çıktığımı fark ettiğimde, aniden geri çekildiklerini gördüm. Arkama döndüğümde, Nuemsa çoktan kendini ileri atmış, yeni kökler üretmeye başlamıştı bile. Her yeni kök, önümdeki karanlıkta bir ışık gibi yolu açıyor, her adımımı biraz daha ileri taşıyordu.
Tekrar tekrar köklerin dansını izledim; her dokunuşu, her savuruşu ölümcül bir kesinlikle iblisleri biçiyor, önüme serilen yolu biraz daha temizliyordu. Ve nihayet, hiç olmadığım kadar dev iblise yaklaştım. Aramızda sadece 25 metre vardı. O an, onun gözleriyle karşılaştım. O bakışlar... Sanki ruhuma işleniyordu. İçindeki öfke, hiddet ve ölüm arzusu, her zerremi kavuran bir ateş gibi içime kazındı. Gözlerinde, bu savaşın kaçınılmaz sonunu gördüm; ya ben, ya o.
Devin kollarını savurup yerden tozları kaldırdığı an, iblislerin havaya savruluşunu izledim. O devasa varlığın böğürtüsü, gökyüzünü yararcasına meydanı doldurdu. Gırtlaktan gelen o korkunç ses, adeta bir savaş davetiydi. Bir meydan okuma... Etrafımızdaki iblisler, bu böğürtüden kaçmak ister gibi dağıldılar. Saniyeler içinde, onları yok sayarak sadece devin devasa gölgesiyle baş başa kaldım.
Nuemsa, soluk soluğa yanıma geldi. Artık dev iblisle birebir kalmıştık. Diğer iblisler, devin öfkesinden korkmuş, kenara çekilmişlerdi. Sessizlik... Savaş meydanını dolduran o gürültü, şimdi devin ağır nefesiyle sınırlıydı. Her nefes, bir felaketin yaklaştığını müjdeliyordu.
Ama ben... Bu felakete teslim olmak için burada değildim. Beni buraya getiren her adım, kaderimin iplerini kendi ellerimle tutmam için atılmıştı. O devin altında ezilmek ya da onun boynuna ipi geçirip bu savaşı sonlandırmak benim kararımdı. Ve şimdi... kaderim önümde duruyordu, ellerimde tutmaya hazır bir zincir gibi.
Benliğim, kısa bir an için, Nuemsa ile bir olduğumuz o karanlığın derinliklerinde var oldu. Karanlığın içinde savrulurken, zihnimdeki düşünceler birer yankı gibi etrafımda dönmeye başladı. Sanki tüm o sonsuz boşluğa hitaben konuşuyordum, her sözcük karanlığın içine süzülen bir fısıltı gibiydi. Ama bir yandan, sadece kendimle baş başaydım. Kendi içime doğru bir yolculuğa çıkmıştım.
Bu boşluk, bir bilinmezlik değil, bir karşılaşmaydı. Nuemsa ile aramda kurulan bağın derinliklerinde, onun kökleri benim ruhuma uzanıyordu. O anda fark ettim; aslında o karanlığa değil, kendi içimdeki korkulara, kayıplara ve acılara hitap ediyordum. Ve o ses, sadece karanlığa değil, aynı zamanda kendime yankılanıyordu. Kendi içimde konuşuyordum, belki de her zaman var olan ama bastırdığım bir sesi dışarı çıkarıyordum.
Her kelime, hem bir itiraf, hem bir meydan okuma gibiydi. Karanlık büyüdükçe, ben de büyüyordum. O an, Nuemsa ile bir olmak, yalnızca iki varlığın birleşmesi değildi. Kendi sınırlarımı aşmanın, korkularımla yüzleşmenin ve kendime cesaretle hitap etmenin bir yoluydu. Karanlık, hem düşman hem de yoldaş gibiydi; beni içine çekerken, kendi içimdeki en derin gerçekleri gün yüzüne çıkarıyordu.
Savaş... Kanla beslenen bir canavar, ruhlarımızı yutan karanlık bir uçurum. İlk adımda duyduğun şey, kılıçların metalik çığlığıdır; bir başka canlının etine saplanırken çıkardığı o korkunç ses. O sesi duyduğunda aniden içine dolan soğuk, bir anlık korkudan öte, derin bir boşluk yaratır. O boşluk, sadece bir kişinin değil, bir ulusun, bir dünyanın çığlığını barındırır. Savaş, her darbede biraz daha derine işler insanın içine. Ve en kötüsü, bir kez başladığında o çukurdan çıkmak neredeyse imkânsızdır.
İlk kan döküldüğünde, gözlerin kırmızıyı görmeye alışır. Kırmızı... Her savaşın rengidir bu. Hayatın damarlarında dolaşan en kıymetli şeyi alıp, toprağın üzerinde bir nehir gibi akıtır savaş. İlk damla düştüğünde, artık geri dönüşü yoktur. O kan, toprakla birleşip bir lanet gibi yankılanır; her yere, her ruha yayılır.
Savaş alanında her soluk, hayatla ölüm arasında bir kılıç kadar keskin, narin bir çizgide durur. Bir anlık tereddüt, bir anlık zayıflık, insanı toprakla buluşturur. O toprak, yorgun bedenleri kucaklamaya hazırdır her zaman. Ama bir savaşçının gözleri, sadece önünde duran düşmanı görmez; o gözlerde korkunun, acının ve çaresizliğin izleri vardır. Çarpışan kılıçların arasında yankılanan iniltiler, ruhların yavaşça teslim olduğu o anları fısıldar. Ve her darbe, bir ömrü sonlandırmanın değil, bir yaşamı çaldığının acımasız hatırlatıcısıdır.
Savaşın ortasında kanla kaplanmış yüzler, birbirine benzemeye başlar. Düşman, dost... Herkes aynı maskeyi takar: korku ve öfke. O maskenin ardında, derin bir yıkım gizlidir. Savaş sadece bedenleri değil, ruhları da öğütür. İçinde barındırdığın o sıcak, o umut yavaşça kül olur. Ve geriye kalan tek şey, etrafa savrulmuş kemiklerden farksızdır.
Savaş bir zafer değildir, bir haykırış bile değildir. Savaş, kaybedilen her bir ruhun yankısıdır. Kazanmak denilen şey, sadece diğerlerinin kaybettiklerinden arta kalan bir yanılsamadır. Ne kadar çok kazandığını sanırsan san, sonunda savaş her şeyi alır senden. Tek bir beden, tek bir yaşam kalmaz ardında; sadece boşluk ve yokluk...
Savaşın acı yüzü, kanla yıkanmış o ölü toprağın üstünde, insanlığın gözünden silinmez. Ve bir gün gelir, ellerinle kazdığın mezar, o toprağın seni de yutacağı yerdir.
Bu savaşı bir imparator olarak kazanabilirdim. Bir Aludir olarak değil. O an, karanlığı benimsedim. Korkularımla değil, irademle baktım o uçsuz bucaksız boşluğa. Ellerimi iki yana açtığımda, nasıl Nuemsa’nın hislerine kalbimi açtıysam, ruhumu ve benliğimi de ona sundum. Onunla bir olmanın, sınırları aşmanın ötesinde, karanlığı kendime çekmenin zamanı gelmişti. Tüm o karanlığı, bir karadelik gibi içime çektim. Ve o karanlık, benliğimin en derin köşelerinde yankı buldu. Ama asla kaybolmadım.
O karanlığın içinde, bir ışık gibi parıldamalıydım. O gün, bedenimi saran o pembe parıltıyı, ruhumun her kıvrımında hissetmeliydim. Aludir olarak var olduğum andan beri unuttuğum her bir ince ayrıntı, her bir his, o parıltıyla yeniden hayat bulmalıydı. Artık sadece bir savaşçı değildim, içimde büyüyen bir imparatorun karanlıkla yüzleşmesiydi bu. O dev iblis, önümde duruyordu; koca bir felaket gibi üzerime gelirken, benim dünyam sessizleşti.
Ve işte o an… O azgın devin karşısında, derin bir uykuya daldım. Ama bu uyku, bir yenilginin değil, bir uyanışın habercisiydi. O karanlığın içinde, bir imparator olarak yeniden doğmak için. Bugün, ruhumun derinliklerinde Aludir olmanın ötesine geçmeliydim. Kendi kaderimi yeniden yazmak için
.