Karanlık, suyun öteki tarafındaki ben gibiydi. Elimi uzatıp, onu bir kum birikintisiymiş gibi avuçlamak istediğimde hissettiğim tek şey kendi benliğimin ıssızlığından başka hiçbir şey değildi. Kollarımı iki yana açıp, tüm bu karanlığı kucaklamak istediğimde aslında kendimden bir parçayı kucaklıyormuş gibi hissediyordum. Ama sonsuzluğa doğru açılan kollarım, tüm karanlığı sarmalamak istedikçe, kulağıma belli belirsiz bir ses geliyordu. Bir hikâyenin mısralarını demleyen bir anlatıcı, sözleriyle beni karanlıktan çekip alıyordu adeta. Ses tanıdık olmasına rağmen, bir o kadar da yabancı hissettiriyordu. Sanki çok iyi tanıdığım bir insanı, hiç tanımıyormuşum gibiydi.
Sözleri, hissettiklerimin sözcükte can bulmuş hali gibiydi. İçinde bulunduğum karanlıkta hissettiklerim, sanki onun beyninin içinde canlanan bir an gibiydi. Her bir hissiyatım, onun sözcüklerinde karşıma çıkıyordu. Kendimi onun sözcükleri karşısında kalabalık bir güruhun içinde çırılçıplakmış gibi hissediyordum.
Ondan sebep ki sözcüklerini anlamak için birbirine bakan insanların aksine, her bir kelimesini en ince ayrıntısına kadar anlayabiliyordum. Beni benden daha iyi ifade ediyormuş gibi gözüken bu adam bir yandan beni nedensizce rahatsız edip, tüylerimi ürpertirken, bir yandan ise olabildiğince özgür hissettiriyordu. Özgür hissetmekse, özgürmüş gibi hissettirmiyordu. Kafamı gökyüzüne kaldırdığımda gördüğüm o kuşlar gibi dört bir yana uçmak, onlar kadar hafif olmak bunca zamandır inandığım özgürlük kavramının kendisiydi; ama özgürlük, böyle hissettirmiyordu. Onun her bir sözcüğü ile zincirleniyor ve olabildiğince daha ağır hissediyordum.
Ya özgür olduğumu hissederken tutsak oluyordum.
Ya da özgürlüğün uğruna çabalarken bu uğrun kendisine tutsak oluyordum.
Kader, karmaşık yollardan birbirine dolanan bir sarmaşık ağı gibiydi bana göre. Her bir sarmaşık farklı bir uzuv ve yörüngeye sahip olmasına rağmen, eninde sonunda ulaşacağı yer hep aynıydı. Sese göre önceden yazılmış bu kaderin orada bitmesi gerekiyordu, ama bitmemişti. Sürmüş ve yaşanmıştı.
Eskiden kalma bir kitabın kopan sayfalarından derlenmiş bir hikâyenin kendisine kulak misafiri olmuş gibi hissediyordum. Hoş, karanlık gözlerimi açtığım andan itibaren, ruhuma ve bedenime ev sahipliği yapıyordu ve bu ev sahipliği süresince tıpkı kulak misafiri olduğum bu hikâye gibi her şey kesik ve tamamlanmamış şekildeydi. Tıpkı sözcükleri gibi anlatış şekli ya da benim şahit olduğum şekli bile bana ait bir parçaymış gibi hissettiriyordu. Hikâye olarak dinlediğim bu şey, aslında benim bir parçam, bana ait bir anmış gibiydi.
Kalabalığın içindeki kimi insanın gözyaşlarına ve kimisinin ise şaşkınlığına derin bir nefes alarak eşlik ederken, kalabalıktan gelen bir sorunun sayesinde anlatıcının ismini öğrenme şansına erişmiştim.
Wuther.
Unutmayacak, bu ismi hep zihnimde anacaktım.
Son sözlerin ardından yavaşça açıldı gözlerim. Süzüldü karanlığın daha aydınlık hali usulca görüşümün sınırlarına doğru. İçten dışarıya doğru vuran o arsız sıcaklıkla inim inim inledim çaresizce. Kollarım, gözlerimi açtığım o ilk andaki gibi olabildiğince yabancı ve uzak hissettirdi bana. Karanlık, istilacı bir imparatorun askerleri misali hücum ederken üzerime, hissedebildiğim en acı şey yapabildiğim tek aktive olan inlemenin yan etkimesi olan boğaz yanmasıydı. Dünyanın en acı sıvısını tüketmiş gibi hissediyordum ve garip ola ki, sağlam bir dayağın ardında kalan enkaz gibi hissetmeme rağmen, ne bir fiziksel acı ne de başka bir şey hissetmiyordum. Hissedebildiğim tek şey, bir dağ kadar ağır hissettiren vücudumun kendi üzerimde oluşturduğu baskısıydı.
Aklım içinde bulunduğu bulanıkla gömülürken kuma, karanlığı yararak tepemde beliren bir çift gözle sıyrıldım bir anda tüm her şeyden… En son gördüğümde nefret ve kin barındıran o bir çift tanıdık göz, şimdi çok farklı bakıyordu. Mutluluk, bakışlarına yansıdığı gibi, yorgunca aldığı kısık kısık nefeslerin arasına da sıkışmıştı. O, ilk duyduğum yakarış… Ona aitti ve şu an hayatta oluşumun sebebi de oydu sanırım.
Ensemden tutup beni kaldırırken, bir dağ gibi ağır olan vücudum bir anda tüy kadar hafiflemiş ve ona olabildiğince kolaylık sağlamıştı. Bakışlarım iblis ve karanlık dışında bir şey görecek bir açıya ulaştığında ise Ela’yı görmüştüm önce. Dizlerinin üzerinde, kana bulanmış vücuduyla ilk gördüğüm halinden çok farklı bir aura salgılıyordu. Aldığı her bir solukla birlikte dikleşen omuzlarıyla onu hayatta görmek içimde tarif edilemez bir mutluluk salgılarken, bu mutluluk yerini ilk andan beri en çok hissettiğim duygu olan karmaşaya bırakması çok uzun sürmemişti. Ela’nın bulunduğu yerde, kocaman bir delikle sırt üstü uzanan Almazath tüm mutluluğu kocaman bir kaos ve karmaşaya bırakmıştı. O kudretli iblisin karşımda nefes nefese kalışına mı yoksa bir insan kafası kadar vücudunda açılmış olan delikle yaşıyor olmasına mı şaşırmalıydım emin değildim.
Tek emin olduğum şey, ne yaşandığına dair hiçbir fikrimin olmamasıydı. Bu diyardaki her şey gibi, burada az önce yaşananlarda bir bilinmezlik silsilesiydi benim için.
Gözleri, ayaklanmam ile birlikte benimle buluştuğunda, dışarıdan olabildiğince aciz ve çaresiz gözüken bu haline rağmen kalbime derin bir korku saldı. Hırıltılı nefesi yerini boğuk ve tok ses tonuna bıraktığında, haykırışı tüylerimi diken diken ediyordu. Ağzından çıkan tek bir sözcük, yaydan fırlamış bir ok misali beni hedefliyordu.
Sen!
Sen!
Beni işaret eden parmağı, vücudumu delip geçecekmiş gibi hissettiriyordu. En az sözleri kadar deliciydi. Bana sorduğu soru ise tıpkı karşımdaki gibi yerin altına gömülüp yok oluşu gibi zihnimde yok olup gitmişti.
Bilmiyordum, kendime dair bilmediğim birçok şey gibi. İmparator neydi, nasıl olunurdu ve ben bir imparator muydum bilmiyordum.
Bilmediğim bir şeyin ise şu an hiçbir önemi yoktu.
Kulaklarım, onun son sözleri ile çınlayıp, kalbim onun geride bıraktığı o korkusuyla son kez hızlı hızlı atarken, ikinci kez duyduğum o sorunun sahibine usulca döndüm. Önce minnettar bir kafa hareketi ile sorusuna karşılık verip, kafamı hafifçe öne eğdikten sonra: “İnan bilmiyorum ama nefes alıyorsak sanırım sayende, sana borçluyum.” Duraksadım ve gözlerim ondan uzaklaşıp Ela’ya doğru uzanırken; “Borçluyuz.” Dedim. Minnet her bir sözcüğüme bulaşmış bir kanser hücresi gibiydi.
Ela’ya doğru yönelmek istedim iblisin desteği ile birlikte. Neler yaşandığına dair hiçbir fikrim yoktu. Dürüst olmak gerekirse de merak ediyordum. Ama asıl önceliğin bu olmadığını biliyordum. Ela’nın kalkmasına destek olacak ve ona; “Daha fazla bu diyarda benim yüzümden kalıp, tehlikede olmana razı olamam. Lütfen git.” Diyecektim istediği zaman gelebileceğini düşünüp, istediği zamanda buradan gidebileceğine inanarak. En az iblise duyduğum minneti ona da duyuyordum ve bu yüzden onu bu haldeyken sorulara boğup, burada tutmak istemiyordum. Onu bir kez daha böylesi bir tehlikeye maruz bırakmak istemiyordum. Hedefi her ne kadar Ela ve kılıcı olmasına rağmen, Ela’yı bu diyarda bulabilmesinin sebebi bendim. Onun aksine ben buradan gidemezdim; çünkü bu diyardan iblisim olmadan çıkamazdım. Ela'ya neler yaşandığını, Almazath'ın tam olarak kim ve ne olduğunu, iblise ise neden geri geldiğini ve bana yardım ettiğini sormak istiyordum, ama her şey önce ikisinin de güvenli alanlarına geri dönüp, yaşamaya devam ettiklerinden emin olmak istiyordum. Bu yüzden söylediklerim, öğrenmek istediklerimden çok daha mühimdi benim için.
Sözleri, hissettiklerimin sözcükte can bulmuş hali gibiydi. İçinde bulunduğum karanlıkta hissettiklerim, sanki onun beyninin içinde canlanan bir an gibiydi. Her bir hissiyatım, onun sözcüklerinde karşıma çıkıyordu. Kendimi onun sözcükleri karşısında kalabalık bir güruhun içinde çırılçıplakmış gibi hissediyordum.
Ondan sebep ki sözcüklerini anlamak için birbirine bakan insanların aksine, her bir kelimesini en ince ayrıntısına kadar anlayabiliyordum. Beni benden daha iyi ifade ediyormuş gibi gözüken bu adam bir yandan beni nedensizce rahatsız edip, tüylerimi ürpertirken, bir yandan ise olabildiğince özgür hissettiriyordu. Özgür hissetmekse, özgürmüş gibi hissettirmiyordu. Kafamı gökyüzüne kaldırdığımda gördüğüm o kuşlar gibi dört bir yana uçmak, onlar kadar hafif olmak bunca zamandır inandığım özgürlük kavramının kendisiydi; ama özgürlük, böyle hissettirmiyordu. Onun her bir sözcüğü ile zincirleniyor ve olabildiğince daha ağır hissediyordum.
Ya özgür olduğumu hissederken tutsak oluyordum.
Ya da özgürlüğün uğruna çabalarken bu uğrun kendisine tutsak oluyordum.
Kader, karmaşık yollardan birbirine dolanan bir sarmaşık ağı gibiydi bana göre. Her bir sarmaşık farklı bir uzuv ve yörüngeye sahip olmasına rağmen, eninde sonunda ulaşacağı yer hep aynıydı. Sese göre önceden yazılmış bu kaderin orada bitmesi gerekiyordu, ama bitmemişti. Sürmüş ve yaşanmıştı.
Eskiden kalma bir kitabın kopan sayfalarından derlenmiş bir hikâyenin kendisine kulak misafiri olmuş gibi hissediyordum. Hoş, karanlık gözlerimi açtığım andan itibaren, ruhuma ve bedenime ev sahipliği yapıyordu ve bu ev sahipliği süresince tıpkı kulak misafiri olduğum bu hikâye gibi her şey kesik ve tamamlanmamış şekildeydi. Tıpkı sözcükleri gibi anlatış şekli ya da benim şahit olduğum şekli bile bana ait bir parçaymış gibi hissettiriyordu. Hikâye olarak dinlediğim bu şey, aslında benim bir parçam, bana ait bir anmış gibiydi.
Kalabalığın içindeki kimi insanın gözyaşlarına ve kimisinin ise şaşkınlığına derin bir nefes alarak eşlik ederken, kalabalıktan gelen bir sorunun sayesinde anlatıcının ismini öğrenme şansına erişmiştim.
Wuther.
Unutmayacak, bu ismi hep zihnimde anacaktım.
Son sözlerin ardından yavaşça açıldı gözlerim. Süzüldü karanlığın daha aydınlık hali usulca görüşümün sınırlarına doğru. İçten dışarıya doğru vuran o arsız sıcaklıkla inim inim inledim çaresizce. Kollarım, gözlerimi açtığım o ilk andaki gibi olabildiğince yabancı ve uzak hissettirdi bana. Karanlık, istilacı bir imparatorun askerleri misali hücum ederken üzerime, hissedebildiğim en acı şey yapabildiğim tek aktive olan inlemenin yan etkimesi olan boğaz yanmasıydı. Dünyanın en acı sıvısını tüketmiş gibi hissediyordum ve garip ola ki, sağlam bir dayağın ardında kalan enkaz gibi hissetmeme rağmen, ne bir fiziksel acı ne de başka bir şey hissetmiyordum. Hissedebildiğim tek şey, bir dağ kadar ağır hissettiren vücudumun kendi üzerimde oluşturduğu baskısıydı.
Aklım içinde bulunduğu bulanıkla gömülürken kuma, karanlığı yararak tepemde beliren bir çift gözle sıyrıldım bir anda tüm her şeyden… En son gördüğümde nefret ve kin barındıran o bir çift tanıdık göz, şimdi çok farklı bakıyordu. Mutluluk, bakışlarına yansıdığı gibi, yorgunca aldığı kısık kısık nefeslerin arasına da sıkışmıştı. O, ilk duyduğum yakarış… Ona aitti ve şu an hayatta oluşumun sebebi de oydu sanırım.
Ensemden tutup beni kaldırırken, bir dağ gibi ağır olan vücudum bir anda tüy kadar hafiflemiş ve ona olabildiğince kolaylık sağlamıştı. Bakışlarım iblis ve karanlık dışında bir şey görecek bir açıya ulaştığında ise Ela’yı görmüştüm önce. Dizlerinin üzerinde, kana bulanmış vücuduyla ilk gördüğüm halinden çok farklı bir aura salgılıyordu. Aldığı her bir solukla birlikte dikleşen omuzlarıyla onu hayatta görmek içimde tarif edilemez bir mutluluk salgılarken, bu mutluluk yerini ilk andan beri en çok hissettiğim duygu olan karmaşaya bırakması çok uzun sürmemişti. Ela’nın bulunduğu yerde, kocaman bir delikle sırt üstü uzanan Almazath tüm mutluluğu kocaman bir kaos ve karmaşaya bırakmıştı. O kudretli iblisin karşımda nefes nefese kalışına mı yoksa bir insan kafası kadar vücudunda açılmış olan delikle yaşıyor olmasına mı şaşırmalıydım emin değildim.
Tek emin olduğum şey, ne yaşandığına dair hiçbir fikrimin olmamasıydı. Bu diyardaki her şey gibi, burada az önce yaşananlarda bir bilinmezlik silsilesiydi benim için.
Gözleri, ayaklanmam ile birlikte benimle buluştuğunda, dışarıdan olabildiğince aciz ve çaresiz gözüken bu haline rağmen kalbime derin bir korku saldı. Hırıltılı nefesi yerini boğuk ve tok ses tonuna bıraktığında, haykırışı tüylerimi diken diken ediyordu. Ağzından çıkan tek bir sözcük, yaydan fırlamış bir ok misali beni hedefliyordu.
Sen!
Sen!
Beni işaret eden parmağı, vücudumu delip geçecekmiş gibi hissettiriyordu. En az sözleri kadar deliciydi. Bana sorduğu soru ise tıpkı karşımdaki gibi yerin altına gömülüp yok oluşu gibi zihnimde yok olup gitmişti.
Bilmiyordum, kendime dair bilmediğim birçok şey gibi. İmparator neydi, nasıl olunurdu ve ben bir imparator muydum bilmiyordum.
Bilmediğim bir şeyin ise şu an hiçbir önemi yoktu.
Kulaklarım, onun son sözleri ile çınlayıp, kalbim onun geride bıraktığı o korkusuyla son kez hızlı hızlı atarken, ikinci kez duyduğum o sorunun sahibine usulca döndüm. Önce minnettar bir kafa hareketi ile sorusuna karşılık verip, kafamı hafifçe öne eğdikten sonra: “İnan bilmiyorum ama nefes alıyorsak sanırım sayende, sana borçluyum.” Duraksadım ve gözlerim ondan uzaklaşıp Ela’ya doğru uzanırken; “Borçluyuz.” Dedim. Minnet her bir sözcüğüme bulaşmış bir kanser hücresi gibiydi.
Ela’ya doğru yönelmek istedim iblisin desteği ile birlikte. Neler yaşandığına dair hiçbir fikrim yoktu. Dürüst olmak gerekirse de merak ediyordum. Ama asıl önceliğin bu olmadığını biliyordum. Ela’nın kalkmasına destek olacak ve ona; “Daha fazla bu diyarda benim yüzümden kalıp, tehlikede olmana razı olamam. Lütfen git.” Diyecektim istediği zaman gelebileceğini düşünüp, istediği zamanda buradan gidebileceğine inanarak. En az iblise duyduğum minneti ona da duyuyordum ve bu yüzden onu bu haldeyken sorulara boğup, burada tutmak istemiyordum. Onu bir kez daha böylesi bir tehlikeye maruz bırakmak istemiyordum. Hedefi her ne kadar Ela ve kılıcı olmasına rağmen, Ela’yı bu diyarda bulabilmesinin sebebi bendim. Onun aksine ben buradan gidemezdim; çünkü bu diyardan iblisim olmadan çıkamazdım. Ela'ya neler yaşandığını, Almazath'ın tam olarak kim ve ne olduğunu, iblise ise neden geri geldiğini ve bana yardım ettiğini sormak istiyordum, ama her şey önce ikisinin de güvenli alanlarına geri dönüp, yaşamaya devam ettiklerinden emin olmak istiyordum. Bu yüzden söylediklerim, öğrenmek istediklerimden çok daha mühimdi benim için.



