"Omuzların burada olduğu sürece, hiçbir zaman çaresiz hissetmeyeceğiz."
Çalışmaktan yoksun bir tembellikle kapanmış göz bebeklerim, suratıma sert bir tokat misali çarpan bu sesleniş karşısında yavaşça ve huzursuzca kıpırdamaya başladı. Göz bebeklerime sirayet etmiş bu tembellik ve tutukluk, birbirlerine yapışmış gibi hissettiren kurumuş dudaklarımda da varlığını sürdürüyor gibiydi. Zihnimin uzak köşelerinde yankılanan "Çaresiz hissetmeyecek olanlar, siz kimsiniz?" feryadım zihnimin ve kalbimin derin boşluklarında yankılanan bir ses gibi yavaşça azalıyor olmasına rağmen sanki sonsuza kadar yankılanmaya devam edecekmiş gibi hissettiriyordu. Ama asla dudaklarımdan dökülüp, bir cevap şeklinde bana seslenen o sese ulaşmıyordu.
"Peki ben kimim?"
Derin bir sessizlik, zihnimde yankılanan ve sonsuzluk kadar edebi bir şekilde devam edecekmiş gibi görünen ilk sorumun feryadına kıyasla beni karşılayan ikinci şey oldu. Sanki buna verilebilecek bir cevap, boşluğun hiçbir noksanında yok gibiydi. Ne kalbim ne de zihnim bu imkana sahip değildi.
Hissedebiliyordum.
Bu soru, kendime sorabileceğim en yasaklı soruydu.
Açılan göz bebeklerim tüm yorgunluğuna rağmen etrafına bakmak için yeltendiğinde, karşımdaki kalabalık, sadece bir kalabalık gibi gözüküyordu. Onları tanıyamıyor veya tanımlayamıyordum. Zihnimin herhangi bir köşesinde onları tanımlayabileceğim ya da eşleştirebileceğim bir bulgu yoktu. Tüm bunlara rağmen her birini tüm benliğim ile birlikte hissedebiliyordum.
Bir parçam gibi.
Benden biri gibi.
Onlardan biriymişim gibi.
Bir parmağın, diğeriyle olan sinirsel bağı gibi, serçe parmağım ile işaret parmağımın arasındaki iki parmak mesafeye rağmen ayırt edemediğim gibi, hiçbirini ayırt edemiyordum. Gözlerime bir güruh gibi gözüken bu kalabalık, kalbime ve beni var eden o tüm gerçekliğe ayrılmaz bir grubun ve bütünün birer parçaları gibi hissettiriyordu. Her biri bana doğru adım atarken başta ciseleyen bir yağmur gibi hissettiriyorlardı. Zamanla, kalabalık benimle bir bütün olmak için harekete geçtikçe, bu çiseleyen yağmur şiddetli bir fırtınaya dönüşüyordu.
Yorgunluk ve omuzlarıma binen o sorumluluk hissinin ağırlığı, her seferinde bir sonraki sonuncu olacak ve dizlerimin üzerine çökeceğim dedirtiyordu bana; ama hayır, tüm bu ağırlık ve yorgunluğa rağmen, sanki ruhum ve bedenim bu amaçla yoğurulmuş veyahut dövülmüş bir çelik gibi dimdik ayakta duruyordu.
Herkesi, her şeyi kucaklayabilirim gibi hissederken ve bunun sonsuza kadar devam edeceğine inanırken, her bir ağızdan dökülen tek bir sözcük veya o an hissettirdiği gibi tek bir isim beni bu gerçeklikten koparıyordu.
"Gad’iil"
Gözlerim, olabildiğince açık olmasına rağmen, hissedebildiğim ve görebildiğim tek şey karanlıktı. Uzun bir uyku sırasındayken yaşadığım derin ve gerçekçi bir kabusun ardından uyanmış gibi hissediyordum; ama az önce yaşadığım şeylere kabus ya da rüya demek gelmiyordu içimden. Yaşadığım şeyleri tanımlayabilecek ya da kelimelere dökebilecek biriymiş gibide hissetmiyordum. Hatta tam olarak biriymiş gibi bile hissedemiyordum. Gözlerim olarak tanımladığım uzuvların, diğer tüm bedenimde hissettiğim gibi bana ait olmadığını, beninmiş gibi hissettirmediğini net bir şekilde algılayabiliyordum. Hoş, tüm bu karanlığın ve bilinmezliğin içinde tanıdık gelen tek hissiyatın temelinde yabancılık olması tezat ve tatsız bir tat bırakıyor olsada ruhumda, o an yaşayan ve nefes alan biri olarak ayakta durabilmemin ve zihnimin buna inanıyor oluşunun sebebi, tam olarak uzuvlarımın ve bu bedeninin bana hissettirdiği yabancılıktı.
Beni diri tutuyor, beni canlı hissettiriyordu.
Yeniden doğmuş bir bebeğin nasıl hissettiğini bilemezdim, ama içimden gelen bir dürtü buna yakın bir şey olduğunu söylüyordu. Bu bir başkası için ölüm gibide gözükebilirdi; ama ölmüş gibi hissetmiyordum hiç. Bu hissizlik ve bu bilinmezlik içerisinde bana en uzak gelen ihtimal, ölüm gibiydi.
Tüm bu karamsarlık ve karanlığa rağmen.
Kendimi bir hiç gibi hissediyordum ve çevremdeki tüm bu karanlığı, zaman zaman görebildiğim tüm o griliklere rağmen bir hiçlik olarak tanımlayabiliyordum. Ayağımın altındaki boşluk, zamanın durmuş ve benimse burada çakılı kalmış gibi hissettiren, bu yoksanlık ve bilinmezlik içimi ürpertiyordu. Geriye doğru kaçınmak veya ileriye doğru atılmak ise olması gerekenden çok daha zor bir karar gibi gözüküyordu bana. Kendimi bile bir hiç olarak tanımladığım bu ortamda, hiçbir şey bilmiyorken bir yöne doğru ilerlemek çok zor hissettiriyordu. O yüzden olduğum yerde beklerken, bana ait değilmiş gibi hissettiren ellerime baktım. Bir süre avucumun içini öylece izledim. Bir şey düşünmekten veya bir şey hissetmekten olabildiğince uzaktım.
Daha sonra elimin tersini önümdeki karanlığı bir sis bulutuymuş gibi dağıtmak istercesine savurdum. Etrafıma attığım çaresiz bakışlarla bir çıkış yolu aradım, bir ses duymak için kulaklarımı kabarttım ve ileriye doğru yarım adım atarken ayaklarımın altında tanıdık bir hissiyat arzuladım. Koklamak için burun deliklerime havayı doldururken, her seferinde ciğerlerimi daha ağır hissettirmesinden farklı bir şey aradım. Tüm bunları yaparken kullandığım her bir uzvun içimde oluşturduğu bu yabancılık ve ele geçirmişlik duygusu için, vicdanımda oluşan rahatsızlık hissini göz ardı edemedim. Bu yüzden fark ettim ki, içinde bulunduğum bu hiçliği keşfetmekten önce, kendimi keşfetmeli ve aydınlatmalıydım.