Kararan Karanlığın Karartıları (1. Kısım) | Gadiel

Locked
User avatar
GM - Dimensio
Game Master
Game Master
Posts: 1852
Joined: 31 Jan 2022, 13:20

25 Sep 2024, 17:26

Fısıltın, karanlığın içerisinde bir pus gibi ilerleyip hiçliğe kavuşurken gözlerin hala aydınlıkla kamaşıyor. Her birini ruhunda ve vücudunda sindirmeye çalıştıkların, her defasında daha fazla kusuyor gökyüzüne. Oysa bir gök olmamasına rağmen, varlığının silinişine eşlik ediyorsun her bir inadında… Karanlık… Aydınlık… Kızıl… Hepsi varlığının yokluğu… Bir elinde keman ve diğer elinde kılıç…

Büyüyen gözlerine bir kez daha hakim olamıyorken, zifiri karanlığa kapattığın gözlerinin bedenini bu denli görebilmesi ayrı bir dilemma yaratıyor zihninde. Göz kapaklarını kapalı olup olmadıklarını anlamak için yokladığında, kirpiklerinde süzülen ter damlalarını hissedebiliyorsun. Tek bir damlanın bir şelaleye dönüşü gibi… Bedenin giderek kaynayan bir edayla ter atmaya başladığında, daha da sıkı kapatıyorsun gözlerini. Aydınlığı karanlığınla sindirmek isterken, her bir ter damlasının kızıla dönüşüyle vücudunun yok olmasına şahitlik ediyorsun, öylece durarak… Karanlığı aydınlıkla buluşturmak isterken, eline bulanan kızıla adıyorsun tüm düşlerini, kabuslara direnerek… Ve kabullenmek isterken kızılı, aydınlıkla karanlığın etini koparırcasına hücum etmesine izliyorsun, hiçbir şey yapamayacağını bilerek…


Gadiel…

Doğmuşlardan Kucaklayanı…

Oysa şimdi…

Sadece…

Karanlığın

Aydınlığın

Ve kızılın

Gadiel’i yok edişini kucaklayanı…


Zihnine saplanan bir ok ve ruhuna inen bir hançerle açılan gözlerin, ilk kez ciğerlerine doldurduğun nefesin acısıyla dolduruyor tüm bedenini… Sanki bir yerden bu acıyı anımsar gibi… Sanki ilk doğduğunda aldığın ilk nefes gibi… Gözlerinde dolan yaşlara engel olamıyorken, aydınlıkla yüzleşmenin vahameti çöküyor ruhuna. Ne bir dinginlik ne de bir sakinlik olmaksızın, ruhunun bedenine sığmadığını ve zoraki bir esarete direndiğini hissediyorsun. Hoş, hangi esaret zoraki değil ya? Titreyen bakışlarınla varlığını bulmak istediğinde, sadece çıplak bir beden buluyorsun karşında… Tüm pürüzsüzlüğü, tüm beyazlığı ve tüm temizliği ile en saf haliyle görüyorsun Gadiel’i. Kana bulanmış teninin kokusu, dağılmış saçlarının dümdüz bir şekilde toplanmış olması, kirli sakallarının düzgün bir şekilde traşlanmış olması… O her zamanki bakımsız görünümünde uzak, muntazam bir Gadiel’i görüyorsun sadece. Bedeni tüm aydınlıktan daha beyaz, saçları tüm karanlıktan daha kara… Kızıl, bir anda bedenini sarmalamak ister gibi aklına çökerken, elindeki kılıçtan yere damlayan kan tanelerini görüyorsun. Her biri aydınlığa düşerken sönen kızılı… Sahi ya, bu kılıç ne zamandır elinde?

Gözlerin, saflığa bürünmüş bedeninden çıkıp ufka yöneldiğinde, bir kez daha ismini zikredilmesiyle irkiliyorsun. Uçsuz bucaksız bir düzlemde isminin zikredilişi, tüm soruların cevabı gibi doluyor zihnine. Bu kez gözlerin, hızla ismini zikreden sesin sahibini aramaya başlıyor. Sonsuz aydınlığın ortasında kalmış çaresiz bir bedevi gibi, bir vahayı ararcasına bakıyorsun sesin sahibini bulmak umuduyla. Bir kez daha… Bir kez daha… Ve bir kez daha… İsmin artarda zikredildikçe, sesin daha da yaklaştığını anlayabiliyorsun. Ancak bu sesin hangi yönden geldiğini hiçbir şekilde kestiremiyorsun. Gözlerin aydınlığı görmek dışında hiçbir işe yaramazken, tüm duyularının da ket vurulmuşçasına çürüyüp gittiğini fark ediyorsun. Ne var ki, gözlerin adımlayan ayaklarını gördüğünde, yaklaşanın sesin değil, senin sese yaklaştığını anlıyorsun. Ruhunun bir şeylere çekilişini izler gibi izliyorsun adımlarını… Ta ki, karanlık bir boşlukta, pejmürde bir hale gelmiş bedenine ulaşana kadar!

Her şeyin bir anda zifiri karanlığa bürünmesiyle, tüm dünyanın altüst oluşuna birinci elden şahitlik ediyorsun. Hala kulakların isminle dolsa bile, bu kez karanlık hükmüyle ruhunu sarmaya başlıyor. Gözlerini kapadığın anda ise, bir aydınlığın ortasında buluyorsun kendini! Daha sıkı kapıyorsun gözlerini, o hasret kaldığı aydınlığa muhtaç bir şekilde… Ancak gözlerin bir kez daha açılıyor, senden bağımsız, isyankar bir kul gibi! Gözlerin açıldığı anda ise, bir kez daha karanlığı buluyorsun sadece… Aydınlık ve karanlık arasında, çürüyenin kızıla boyanmış ruhun olduğunu… Ve bir kez daha kapatıyorsun gözlerini… Ne kapatmanın ne de açmanın bir önemi olmadığını bilerek…


Tek duyduğun, sadece ismin oluyor…

Gadiel diyorlar…

Gadiel…

Gadiel…

Ga…

Di…

El…



















“Gerçekten ölmedin, değil mi Gadiel? Öyle birini söylemişlerdi, neydi adı!? Neydi, neydi, neydi!? Zen’li bir şey demişti… Zen- zen- Zenpu! Hayır, bu kadar kısa değildi! Zenpuhyu! Hayır, bu da değil! Ama~~n, her neyse! GA-DI-EL~~! Ölmediysen ölü taklidi yapmayı bırak!”







“Gadiel… Yazgın bu değildi! Seni bunun için selamlamadım! Kalk hadi, GADIEL!”
Bu hesaba atılan özel mesajlar kontrol edilmemektedir.
User avatar
Gadiel
Aclanian Aludir
Aclanian Aludir
Posts: 198
Joined: 05 Jun 2023, 02:04

26 Sep 2024, 10:28

Her nefes, içime çektiğim yalnızca bir yanılsama; varlığımın ne kadar boş olduğunu bir kez daha hatırlatıyordu. Hava, göğsümde yankılanan bir ağırlık gibi, boğucu, ama aynı zamanda tuhaf bir hafiflik hissettiriyordu. Bu boşluk içinde sıkışmış durumdaydım; bir yanda aydınlığın vaadi, diğer yanda karanlığın soğuk güvenli kolları... İkisinin de tam ortasında, asla bir tarafa ait olamadan sürükleniyordum.

Gözlerim kapanıyor, açılıyordu... Ama sanki kapanması ya da açılması bir fark yaratmıyordu. Görüyorum, ama gördüğüm her şey gölgelerde eriyip gidiyordu. Kendi bedenim bile bana yabancıydı artık; hareketlerim, dökülen terim, kılıcın üzerinden damlayan kan... Bunlar gerçekten bana mı aitti? Yoksa bir parodi, anlamsız bir oyunun sahnesinde sergilenen boş jestler miydi? Ellerim titriyordu. Bu titreme soğuktan mı, korkudan mı, yoksa ruhumun ağır yükünden mi, bilmiyordum.

Aydınlık… Ne zaman bir ışık huzmesi görsem, içinde boğulacakmış gibi hissediyordum. Çok parlak, çok saf… Ama bu saflık bir tuzak gibi, ona dokunduğum anda içimde saklı olan her türlü kirliliği açığa çıkaracak bir hile. Karanlık ise… Tanıdık, rahat bir gölge. İçime dolan bir tür uyuşukluk. Ama biliyorum ki o da beni çürütüyor, beni içten içe tüketiyor. İkisi de bana ait değil, ikisi de benim yolum değil. Ve yine de, bu iki zıt uç arasında savrulmaya mahkûmum. Ne aydınlığı seçebiliyorum, ne karanlığı reddedebiliyorum.

Bedenim yaşarken ruhum ölüyordu. Her savaşta, her dökülen kanda, kendi varlığım biraz daha eksiliyordu. Bu döngünün sonu yoktu. Kaçmak istiyordum. Ama nereye kaçacağım? Kendi içimdeki uçurumdan daha derin bir yer var mı? Ölüm bir kurtuluş olabilir mi? Yoksa o da bir yanılsama mı, yeni bir döngünün başlangıcı mı sadece?

Acı çekmek bile anlamsız geliyordu artık. Acı, huzursuzluk, arayış ve teslimiyet… Hepsi birbirine karışıyordu. Hiçbiri gerçek değilmiş gibi, ama hepsi çok gerçekti aslında. Aradığım huzur nerede? Teslim olmak mı çözüm? Peki, neye teslim olmalıyım? Boşluğa mı? Karanlığa mı? Yoksa kendime mi? Ama ben kimim ki zaten? Bir suret, bir gölge… Varlığımın ağırlığı altında eziliyordum, ama aynı zamanda hiçliğin kucağına bırakılmış bir tüy gibi savruluyordum.

Gözlerimi kapatıyorum bir kez daha, ama bu hareketin bir anlamı yoktu artık. Karanlık mı, aydınlık mı; fark etmiyor. Göz kapaklarımın arkasında bir boşluk uzanıyordu, beni içine çekmeye hevesli ve ben direnmekten vazgeçmiş gibiydim. Her şey birbiriyle çarpışıyor; saflıkla kirlenmişlik, yaşamla ölüm. Nefes alıyorum ama bu soluk da bir savaş gibi… her hava zerresi ciğerlerimde yankılanıyor, ama ne uğruna? Yaşamın dokusuna işlenmiş bir kusur gibi, varoluşum sürekli bir çatışmanın sahnesi.

Her hareket, her nefes, bir yüktü. Kan damlaları toprağa karışırken, o akışta bile kayboluyordum. Kan mı, su mu? Biri yaşam verir, diğeri yaşamı taşır. Ama ikisi de aynı kapıya çıkıyor: yokluk. Varlığım, bu çamur gibi karanlıkta kaybolmaya meyilli. Ellerimi uzatsam bile, tuttuğum şeyin ne olduğunu anlayamıyorum; bir hayalet mi yoksa gerçek mi?

Karanlık ve aydınlık, içimde birbirini kemirip duruyordu. Bazen karanlığa batıyordum, sonsuz bir kuyu gibi beni içine çekiyordu. Diğer zamanlarda ise, aydınlık bir hançer gibi gözlerime batıyor, bu sefer beni ışık kör ediyodu. Hangi tarafta huzur var? Ya da huzur diye bir şey var mı?

Kaçmak istiyordum, ama her şey aynı noktaya varıyor. Adım atsam bile adımlarım kendi izlerini siliyor, yol bir sonsuz döngüye dönüşüyor. Benim kaçışım bir yanılsama, öyle bir yanılsama ki peşinden koştuğumda kendimi bulamıyorum. Kaçmak istedikçe daha da bağlanıyorum bu hiçliğe, bu kirli saflığa. Teslimiyet, arayışla iç içe geçmiş, beni parçalarına ayırıyordu.

Varlığım, kirli bir dokunuş gibi. Temizlenmek için yandığımda, yangın beni daha da karartıyordu. Aklımın en derin köşelerinde, bir zamanlar olduğum kişiyi arıyorum ama orada bulduğum yalnızca daha da derin bir boşluktu.

Varoluşun anlamını sorgulamaktan yoruldum. Neden varız? Nereye gidiyoruz? Bu soruların cevapları beni daha da derin bir çukura itiyordu. Her şey anlamsız geliyordu. Doğum, yaşam, ölüm... Sonsuz bir döngü gibi. Bir yaprak gibi savruluyorum bu döngünün içinde. Tutunacak bir dal, sığınacak bir liman ise artık yok.

Kelimeler, duygularımı ifade etmeye yetmiyor. Her şey bir hiç gibi sanki.

Gözlerimi kapatıp açtığımda, dünya aynı kalıyor. Değişen tek şey, içimdeki çaresizlikti. Zaman durmuş gibiydi. Saatler, günler, yıllar... Hepsi birbiri ardına sıralanan boş sayfalardı sanki.

Gözlerim, yabancı bir bedene hapsolmuş gibi, ufka kayarken adımın yankısı zihnimi örten sisin içinde dağılıyordu. Sanki sonsuz bir çölün ortasında unutulmuş bir yankıydı ismim, her tekrarda biraz daha silinerek, ruhumun derinliklerinde kaybolan bir çığlık gibi. O sesi takip etmeye çalışıyorum, ama adımlarım yönünü bilmeyen bir rüzgarın peşine düşmüş gibiydi—her adımda biraz daha kayboluyor, her nefeste biraz daha uzaklaşıyordum. Gözlerim, göremediğim bir aydınlığa doğru açılıyordu, ama her şey karanlığa batmıştı; parmak uçlarımda hissettiğim yalnızca soğuk bir hiçlik. Beni çeken bu sesin gölgesinde, ruhum bir uçuruma doğru savruluyordu, ayak izlerim kumda belirsizleşirken gerçeği kavrıyordum: Ben o sese gitmiyorum, o ses beni çağırıyordu, varlığımı kendine doğru çekiyordu.

Sonra karanlık. Derin ve ağır bir karanlık, tüm varoluşumun üzerine çöken siyah bir tül misali... İsmim, kulağımda yankılanırken, bu karanlık ruhuma sessizce kök salıyordu, içimde yayılıp beni esir alan bir gölge gibi. Gözlerimi kapatmak istiyorum, kaçmak için, ama boşuna. Gözlerim, irademin karşısında direnen bir köle misali açılıyor, beni yine o karanlığın içine bırakıyordu.

Aydınlık ve karanlık arasında ince bir sınırdaydım—sanki her iki dünyanın arasında kalmış, hiçbirine ait değilmiş gibi. Ruhumun içindeki çürüme, kızıl bir yara gibi büyüyordu, her nefes alışımda daha da derinleşiyordu. Gözlerimi kapatmak ya da açmak fark etmiyordu artık, çünkü gerçeği biliyordum: Ne kadar kaçarsam kaçayım, ismim hep yankılanacak, beni kaderimin içinde bekleyen sona doğru sürükleyerek...

Gadiel…

Adım yankılanıyor, boşluğun içinde dalga dalga büyüyen bir fısıltı gibi.

Gadiel…

Her hece, ruhumun derinlerine işliyor, içimde gömülü kalan hatıraları uyandırıyor.

Ga…
Di…
El…


Her bir yankı, sanki varlığımı unutmaya çalışıyor, ama adımın kendisi bile beni terk edemiyor. Sessizlik uzuyor, derinleşiyor. Ardından... Bir ses yükseliyor, tanıdık bir ismin fısıldayışıyla yankılanıyor içimde; ardından bir sessizlik kaplıyor etrafımı, ama bu, önceki karanlıkların daha ağır, daha keskin bir haline bürünüyor. Sözler, bir sis gibi üzerime çöküyor, ve derin karanlık geri dönüyor. Ardından, daha keskin bir yankı, ruhumun derinliklerine işleyen o son çağrı duyuluyor:

"Gadiel! Yazgın bu değildi! Seni bunun için selamlamadım! Kalk, hadi, GADIEL!"

Bir anda gözlerim açılıyor, yeniden hayata merhaba diyorum; fakat bu kez her şey farklı. Ne üzerime çöken yoğun bir karanlık var, ne de ruhumu yakacak kadar aydınlık bir ışık... Zihnimde tekrar filizlenen bir soru var: “Neredeyim ben?”

Hafifçe doğrulmaya çalışıyorum, ama tüm yaşadıklarımın ağırlığı, yalnızca zihnime çökelen bir yorgunluktan fazlasıymış gibi; zorlanıyorum. Sanki göz kapaklarıma bağlı tonlarca ağırlık, onları açık tutmak için beni zorlayarak hayatımın anlamını sorgulatıyor. Kapatmak istiyorum gözlerimi ve bir daha açmamayı…

Ama yapamıyorum. O tanıdık sesin sahibini arıyorum, binlerce yıldır süregelen bir özlemle... Sesini bulduğumda, kafamdaki milyonlarca soru arasında, en önemli şey, o ses olmuş gibi, bitkin ve soğuk bir tınıyla haykırıyorum: “Zenahpuryu… İsmi tam olarak bu.”

Sonra, gözlerim bir süre boşluğa düşüyor. “Yazgı… Herkesin dilinden düşmeyen o kelime. Herkes yazgımı biliyormuş gibi konuşuyor, sanki benden binlerce yıl önde, önceden belirlenmiş bir kaderin yankısı gibi. Ama kimse bunu dile getirmeye cesaret edemiyor… Sana kim olduğunu sormak isterdim, ama daha ben kim olduğumu dahi bilmiyorum.”

Kelimelerim, kaybolmuş bir ruhun çığlığı gibi yankılanıyor, ve içimdeki derin karanlığa karşı bir umut ışığı arıyorum; belki de kaybolmuş olan, yalnızca kendimdir.
Image
KARAKTER
KÜNYE
İsim: Gadiel (Gad’iil)
Cinsiyet: Erkek
Yaş: 25
Boy: 1.72
Kilo: 70
Sınıflar: Sezici - Dengeli - Elementalist
İtibar: 7
Mevcut GP/AGP/İGP: AGP 10 / İGP 5
Mevcut Para: 3.000 Aclania Pulası

PROFİL
Güç: 7
Dayanıklılık: 7
Çeviklik: 7
İrade: 16
Zeka: 7

Aludir Statları
Görü: 10
Hakimiyet: 8
Mevcudiyet: 4

Karakterin Üzerinde Bulunan Ekipmanlar/Eşyalar
İBLİS
KÜNYE
İsim: Nuemsa (Hırçın Çocuk)
Cinsiyet: Kadın
Boy: 172
Kilo: 26
Tür: Peri
Yatkın Olduğu Teknik Sınıfı: İllüzyon
Yatkın Olduğu Element: Işık – Doğa (Elemental)
Seviye: Razguk

PROFİL
Varlık: 7
Güç: 4
Dayanıklılık: 8
Çeviklik: 4
Arun: 13
Duren: 13
İrade: 5

YETENEKLER
Çaresiz Haykırış

TEKNİKLER
Kutsal Boynuz (A seviye)
Kör edici Işık (C seviye)
Peri Dokunuşu (D seviye)
Öfkeli Peri (C seviye)
Doğanın Yargısı (A-rank / Karakteristik teknik)

İBLİSİN ÜZERİNDE TAŞIDIĞI EKİPMANLAR/EŞYALAR
User avatar
GM - Dimensio
Game Master
Game Master
Posts: 1852
Joined: 31 Jan 2022, 13:20

26 Sep 2024, 16:48

Gözlerini açtığın anda bulduğun aydınlık karşısında, istemsizce ellerini gözlerine siper ediyorsun. Adeta tüm göz damarlarını çatlatmak istercesine beliren aydınlık, çevrendekileri görmeni de engelliyor. Dümdüz lekesiz bir beyazlığın içerisinde, yerde yatan tenin bile beyaza sürüklenmiş gibi kalakalıyorsun öylece. Bu görüye daha önce erişmiş olduğunu hissedebiliyorsun. Tertemiz tenin, düzenli saçların ve düzgün traşlı yüzün… Bedenine baktığında, bembeyaz bir kıyafetle buluyorsun ancak bu kez kendini. Adeta ölüp de mezara konulmuş gibi! Sesin sahibini ararken, bir umut cevap bulabilmek ümidiyle sözlerin ağzından dökülürken, aydınlığın ağzından dökülen her bir kelimeyi daha havada süzülemeden yuttuğunu gözlerinle görebiliyorsun. Ne var ki, ruhundaki dinginlikle kavuştuğun sıcaklık, varlığını anlamlı kılmaya başlıyor. Zihninden geçen düşünceler giderek temizleniyor ve zihnini kaplayan sessizlikle aydınlığı kucaklıyor ruhun…

“Gadiel… Ölmemişsin! Gelsene!”

Sanki kulağına fısıldanmış gibi gelen seslere rağmen, gözlerinin büründüğü aydınlık sesin sahibine dair hiçbir izlenim yaratmıyor. Gözlerin sürekli sesin sahibi aramak için yerlerinde dönerken, tek bulduğun aydınlık oluyor. Ve biraz daha huzur… Karanlığın ve kızılın gölgesinden çıkarak kavuştuğun aydınlığın içerisinde, varlığına seslenen yumuşak sesin bir kadına ait olduğunu anlamaya başlıyorsun ansızın. İsmini söylerken ne kadar naif olduğunu… Bir yandan çekingen ve bir yandan cesaretli… Aydınlığa müteşekkir, karanlığa özlemli ve kızıla aç… Ruhunda hissettiklerinle kavrulmaya başlarken, bu kez diğer kulağına fısıldanıyor usulca.


“Bu tarafa, seni bekliyoruz!”

Sesin sahibi kadın seni bir yere yönlendirse bile, her yerden gelmişçesine yankılanmasıyla yönünü bulman imkansız oluyor. Ne var ki, adımlarının çoktan senden bağımsız bir şekilde ilerlemeye başladığını görüyorsun. Uçsuz bucaksız beyazlığın sonuna ve en beyazın başına ulaşmak ister gibi… Bir adım kadar yakın ve bir ömür kadar uzak bir noktaya, öylece adımlıyor ayakların. Ve aydınlık giderek bir cam parçası gibi kırılmaya başlarken, her bir kırığın arkasından açan yeşillerle yepyeni bir evrene açıyorsun bedenini… Her bir adımında parçalanmaya başlayan aydınlık, sonundan ince cam tanelerine dönüşüp saçına konan kar tanelerine dönüşürken, gözlerin yemyeşil bir düzlüğe bakıyor… Her bakışınla gözlerin daha da büyüyor… Her bakışınla ruhun gerçek huzura sürükleniyor… Her bakışınla, sahne bir başkasıyla dolmaya başlıyor…

Uçsuz bucaksız yeşile atılmış bir bez parçasının etrafında toplanmış olanların suretleri, bakışlarının onlara dönmesiyle şekillenmeye başlıyor. İlk gördüğün ortadan ikiye ayırmış siyah saçları olan bir adam oluyor… Bez parçasının tam karşısında oturmuş ve gözleri direk seninle kesişiyor… Ancak buna rağmen görmüyor bile seni…


Image

Bakışların hemen yanında oturan beyaz saçlı ve siyah kıyafetli kadına yöneliyor… Çekingen bir oturuşla ortamın yüklediği baskıdan bunalmış gibi gözlerini seninkilerle buluşturuyor. Ağzından tek bir kelime bile dökülmese de, sanki kendisini kurtarman için sana yalvarıyor. Fakat, bir şekilde burada bulunan her bir kişinin, bu çekingen kızın en yakını olduğunu hissedebiliyorsun. Gözleriniz kesişiyor, ancak kız da görmüyor seni…


Image

Ortadaki bez parçasının başına oturmuş ve sağ profilinden gördüğün bir başka kadına takılıyor bu kez gözlerin… Gümüş saçları, yeşilin rüzgarında hoyratça savrulurken, ihtişamıyla büyülenmeden edemiyorsun. Masumiyetin en saf haliyle karşılaşmış gibi ruhun işlemediğin günahları daha bağışlarken, onun da sana dönen bakışlarıyla kötülüklerin silindiğini hissediyorsun. Göz göze geldiğiniz anda kızaran yanakları, çoktan sana merhametini bahşediyor. Ancak, o da görmüyor seni…


Image

Bir hışımla arkası sana dönük olan beyaz saçlı adamın vahşiliği ile kuşandığın anda, az önce hissettiğin tüm iyiniyetlerinin birer birer solmasına şahitlik ediyorsun. Adamın keskin bakışları, sanki ruhuna buradan kaçman için yeterli komutu vermiş olsa bile, gözlerini delip geçen bakışları karşısında ayakların hareketsiz kalıyor. Burada olmandan hiçbir şekilde memnun olmadığını yüzüne yansıtabileceği en iyi şekilde aktaran adam, senden tiksindiğini göstermek istercesine bakıyor gözlerinin içine… Ve fakat, o da görmüyor bile seni…


Image

Kırılmış duygularla bakışlarını bez parçasının diğer başında oturan ve sağ profilden gördüğün sarışın kıza baktığın anda, az önce yaşadığın tüm mağlubiyetin izlerini silip atıyorsun ruhunda. Güneşten emanet aldığı saçlarını rüzgara bırakan kadın, derin mavi gözlerindeki dalgaları sana emanet etmek ister gibi bakışlarını sana çevirdiğinde, ruhun sular altında kalıp boğulduğunu ve aynı zamanda gökte uçan en özgür varlık olduğunu hissediyor. Hiçbir şey söylemeden, tüm varlığını sarı saçlarına bırakmak istiyorsun sadece… Yaydığı sıcaklıkta kavrulmayı, sessizce dizine yatıp bir ömür kalkmamayı… Tebessümüyle çakıştığı anda bakışların, eriyen ruhunu ayakta tutmakta zorlanıyorsun. Ne var ki, o dahi görmüyor seni…


Image

Tüm bunlar olurken, bir asalet ile savrulan rüzgara kaptırıyorsun bakışlarını… Diğerlerinin aksine ayakta duran ve haşmetiyle dağları kıskandıran koca adamla karşılaşıyorsun bir anda. Kısık gözleriyle evrene hükmedercesine sana bakan adam, uzun sakallarıyla koca okyanuslarla baş edebilecek gibi görünüyor. Ne gergin ne de rahat bir yüz ifadesine sahip olsa da, tek bir göz kırpmasıyla toprağı ikiye yaracak ve tek bir göz kırpmasıyla göğü aleve verecek gibi duruyor. Bakışlarını, onunla göz göze gelmemek için kaçırmaya çalışsan bile, artık çoktan onun boyunduruğunda hissediyorsun kendini. Gözlerine, ta en derine bakıyor sakallı adam… Ancak, görmüyor seni…


Image

Her bir gördüğün varlık karşısında, şaşkın bakışlar ve kararsız adımlar içerisinde kaldığın anda, bir yandan kaçıp gitmeyi, diğer yandan ise koşup onlara kim olduğunu haykırmak istiyorsun. Ruhunun dinginliği paramparça olup dizginlenemez bir çalkantıyla bedenini titretmeye başlarken, avuç içlerinin terlemeye başladığını ve kararsızlık deryasında yok olmaya yüz tuttuğunu hissediyorsun. Gitmek, terk etmek kadar zor… Terk etmek, gitmekten daha imkansız… Ve tek bir dokunuş ile her yeşilin ruhunda açışı… Gözlerinin sağ elinde hissettiği sıcaklığa yönelişi… Gözlerinin bir başka elle buluşmuş olması… Bakışlarının hızla kalkışı… Ve karşında sesin sahibini buluşun…

Hiçbir şey söylememiş olsa bile, sesin ona ait olduğunu tek bir dokunuşunla anlarken, mor saçlarıyla hemen yanında duran kadının boynuzlarının bir iblisinkinden farklı olmadığını hissediyorsun. Ancak kadın, diğer gördüğün kişilerden pek de farksız bir hava yaymazken, aurasını bir iblisle kıyaslamak bile küfre giriyor zihninde… Yüzüne attığı sakin bakışlarının altında yatan tereddüdü görebilsen bile, sanki seni cesaretlendirmek için gönderilmişçesine elini daha sıkı kavrıyor kadın. Gözlerin yüklediği kararlığı sana aşılamak isterken, duymaya muhtaçmış gibi hissettiğin sesiyle bir kez daha sesleniyor sana.


“Yanımda olmana çok sevindim Gadiel…”

Image

“Gidelim mi?”
Bu hesaba atılan özel mesajlar kontrol edilmemektedir.
User avatar
Gadiel
Aclanian Aludir
Aclanian Aludir
Posts: 198
Joined: 05 Jun 2023, 02:04

27 Sep 2024, 10:07

Gözlerimi araladığımda, sanki ruhumun derinlerine dokunan, her zerremi yararak içime işleyen bir ışıkla karşılaştım. Öylesine şiddetliydi ki, içgüdüsel bir korkuyla ellerimi gözlerime siper ettim, ama bu, kaçış değildi. Bu ışık, sıradan bir parıltı değildi; bu, varoluşuma meydan okuyan, beni içimden dışarıya doğru çıplak bırakan bir güçtü. Gözlerimde patlayan yıldırımlar gibi, ışık tüm damarlarımı çatlatırcasına saldırıyordu. Her şey silinmişti, ne geçmiş ne gelecek vardı; yalnızca beyaz. Ama bu beyazlık, bir boşluk değildi; lekesiz, hatasız bir sonsuzluktu. Zemin bile bir hayal gibiydi; ayaklarımın altındaki dünya eriyip gitmişti sanki, ve bedenim... sanki hiç olmamış gibi.

Bu görüntü, bir yerlerden tanıdık geliyordu. Buranın bana ait olduğunu hissettim, ama ne zaman ve nasıl buraya adım atmıştım? Yüzümdeki deriye, ellerime bakıyordum; pürüzsüz, mükemmel. Saçlarım düzgün, yüzüm traşlı. Ama bu beden benim miydi? Yabancı bir kabuğun içinde hapsolmuş gibiydim. Üzerimdeki giysi, ölümün sessizliğini taşıyan soğuk bir beyazlık... Sanki kefenlenmiştim, ama hâlâ nefes alıyordum. Yaşıyor muydum gerçekten? Yoksa bu, varlıkla yokluğun kesiştiği o ince sınır mıydı?

Bir ses arıyordum. Bu beyazlığın içinde bir işaret, bir yankı, bir iz. Dudaklarım titredi, ama ne bir fısıltı ne de bir kelime döküldü. Havada asılı kalan her sözcük, beyaz ışığın içinde boğuluyordu. Bu ışık sadece gözlerimi değil, sesimi de yutuyordu. Boşluk... İçimdeki boşluk... Bir anda dolup taşıyordu. Sessizlik, hiç bu kadar ağır gelmemişti. O sessizlik, sanki ruhumun içinde yankılanıyor ve beni saran beyazlık, içimde tuhaf bir huzur yaratıyordu. Korkudan uzak bir teslimiyet. Bu boşluk beni içine çekiyor, kendi gerçeğine davet ediyordu.

Zihnimdeki düşünceler, yavaş yavaş silinip gitmeye başladı. Yerlerine, tanımlanamaz bir sükûnet doluyordu. Artık ne kaçışın anlamı vardı ne de direnmenin. Ruhum bu beyazlığın bir parçası olmuştu. Işığa karşı mücadele etmeye ne gücüm ne de isteğim vardı. Kucakladım o aydınlığı, tüm varlığımla ona teslim oldum. Buradaydım... sadece vardım. Ve bu, tuhaf bir biçimde yeterliydi.

Sanki Gadiel, burada olmak demekti.

Kulağımda yankılanan bir fısıltı, ruhumun en derin köşelerine dokunuyordu. Ancak bu sonsuz beyazlık içinde, ne bir yüz görebiliyordum ne de bir siluet. Sadece ışık. Saf, yoğun ve her şeyi içine çeken bir aydınlık. Sanki bu beyazlıkta her şey erimiş, tüm anlamlar kaybolmuştu. Sesin sahibini aradım; gözlerim her yöne döndü, ama sadece boşluğa çarpıyordu. Beyazlık… ve beraberinde getirdiği o sessiz huzur.

Sonra, sesin tonu değişti. Bir kadın… İlk başta fark etmemiştim, ama şimdi o narin fısıltıyı duyabiliyordum. Nasıl da yumuşak, nasıl da tanıdık bir şekilde adımı söylüyordu. Her çağırışında içimde yankılanan bir titreme, ruhumun derinliklerinde bir dalga oluşturuyordu. O ses, çekingen ama aynı zamanda kararlıydı. Aydınlığa duyduğu şükranla karanlığa duyduğu özlem arasında salınıyordu, sanki her fısıltısında hem aydınlığı kucaklıyor hem de karanlığı arzuluyordu. Kızıla aç bir hasret, içimde ateşten bir yara açıyordu. Kadının sesi beni bir yöne doğru çekiyordu, ama sesin kaynağını bulmak imkânsızdı. Her yandan duyuluyordu, ama hiçbir yerden gelmiyordu. Bu beyazlık içinde yankılandıkça ses, zihnimi parçalara ayırıyordu.

Adımlarım… Onlar bana ait değildi artık. Bir şey, bir güç beni çağırıyordu. Bedenim iradesinden yoksundu; ayaklarım kendi kararlarını veriyor, bense sadece seyrediyordum. Bu uçsuz bucaksız beyazlık içinde kaybolmuş, her adımda biraz daha uzaklaştığım bir yere sürükleniyordum. Öyle yakındı ki… ama bir ömür kadar da uzakta. Sanki sonsuzluğa yürüyordum.

Ve sonra… aydınlık çatladı. Bu sonsuz beyazlık, inci taneleri gibi kırılmaya başladı. Her çatlak, gözlerimin önünde yeni bir dünya açıyordu. Çatlayan her parça, ardında yeşilin farklı tonlarını barındıran bir evreni ortaya çıkarıyordu. Her adımda, farklı bir dünyaya bakıyordum. Sanki kırılan inci taneleri, saçlarıma konuyor, tenimde eriyordu. Onlar eridikçe ardında saf doğa kalıyordu; yemyeşil bir düzlük uzanıyordu önümde. Öyle huzurlu, öyle gerçekti ki… Her nefes alışımda, içime bu yeşil doğanın kokusu doluyor, her bakışımda ruhum o yeşilin içinde yeniden doğuyordu.

Ama yalnız değildim. Bu yeşillik, boş değildi. Birileri vardı. Siluetler… Adımlarım beni onlara doğru götürüyordu. Sahne yavaşça doluyor, belirsizlik yerini bir gerçeğe bırakıyordu. Onlar kimdi? Ben neredeydim? Bilmiyordum. Sadece ilerliyordum.

Gözlerim, hayal meyal beliren figürlere odaklanıyordu. Uçsuz bucaksız yeşilin ortasında, bir bez parçasının önünde toplanmış bu insanlar, benim varlığımı hissetmeksizin bir araya gelmiş gibi görünüyordu. O beyazlık içinde yaşadığım huzur, şimdi yerini yoğun bir ağırlığa bırakmıştı; sanki her biri, benim ruhumun parçalarıydı, ama bir o kadar da uzaktılar. İlk dikkatimi çeken, siyah saçlarını ortadan ikiye ayırmış bir adamdı. Gözleri bana doğru dönüyor ama bakışlarında tanıma veya fark ediş yoktu; sanki bir boşluğun içindeydim, gözbebekleri sadece bana saplanmış ama beni göremiyordu. O kadar kayıtsız ve soğuk görünüyordu ki, bu beni derin bir boşluğa sürükledi.

Sonra, onun yanındaki beyaz saçlı kadına yöneldim. Siyah kıyafetleri, yeşilin içinde bir gölge gibi sarmalanmıştı. Bakışları, benimkilerle birleştiğinde derin bir kaygı ve çaresizlik taşıyordu. O oturuşuyla buraya ait olmadığını haykırıyordu; ama gözlerinin derinliklerinde bir yalvarış vardı, bir şeyler anlatmaya çalışıyordu, ama kelimeler dudaklarından düşmüyordu. Onun çaresizliğindeki yankılar, benim içimde yankılanan boşluğa tanıdık geliyordu. Etrafındaki herkes, sanki bu kızın en yakınlarıydı; ama o da beni görmüyordu, hiçbiri fark etmiyordu varlığımı. Ben, bir gölge gibi kaybolmuşum, ama içimdeki boşluğun ağırlığıyla sarmalanmıştım.

Adımlarım, bu garip sahnenin içine çekilmeye devam ediyordu. Her figür, bir bilmeceydi; bakışlarında gizem, gözlerinde sırlar taşıyordu. Ama kimdi bunlar? Neden buradalardı? Ben neden bu kadar derin bir etki altında kalıyordum? Bir başka figüre gözlerim kaydı, bu kez bez parçasının başında oturan gümüş saçlı bir kadına. O, rüzgarın hoyratlığına rağmen bir zarafetle savruluyordu. Onun masumiyeti, ruhumda bir ferahlık, bir yenilenme hissi yaratıyordu. Yanaklarının hafifçe kızardığını gördüğümde, o utanma, merhametinin bir işareti gibi geliyordu. O an, tüm kötülükler silinmiş ve acılar unutulmuş gibi hissettim; ama yine de, o da beni görmüyordu. Sanki sadece bir gölgeydim, varlığımla yokluğum arasında sıkışmıştım.

Tam bu yüce merhametin etkisindeyken, içimde bir şeyler kırılıyordu. Arkamda beyaz saçlı, vahşi bir adam vardı; sırtı bana dönüktü ama sertliği ve öfkesi huzurumu yerle bir ediyordu. Sadece varlığıyla tüm iyilikleri söküp atıyordu içimden. Gözleri döndüğünde, o kadar keskin, o kadar vahşi görünüyordu ki, sadece bakışıyla beni buradan kaçmaya zorlamak istiyordu. Onun tiksintisi, içimdeki kırgınlığı daha da derinleştiriyor; beni görmüyor ama gördüğünde de her şeyin son bulacağı belliydi.

Gözlerim sarışın bir kıza çevirildiğinde, içimde bir şey değişiyor, hissettiğim tüm mağlubiyetin izleri silinip yok oluyordu. Sarı saçları, güneşin altında parlıyordu. O derin mavi gözleri, sanki içimdeki tüm dalgaları sakinleştirmek istiyordu. Bakışları üzerime döndüğünde, ruhumun boğulduğunu ve aynı zamanda özgürce uçtuğunu hissediyordum. O an, sadece varlığına teslim olmak, dizine uzanıp bir ömür boyunca orada kalmak istiyordum. Ama o da… beni görmüyordu.

Sonunda, dikkatimi çeken diğer figür, ayakta duran adamdı. Rüzgar onunla dans ediyor ama ona itaat edercesineydi. Dağları kıskandıracak bir haşmetle doluydu; gözleri kısık ama o gözlerin ardında evrenin sırlarını taşıyor gibiydi. Yüzünde gerginlik ya da rahatlık yoktu ama her hareketi, felaketin habercisi gibiydi. O gözler beni bulmuştu; derinlere bakıyorlardı ama o da beni görmüyordu.

Sanki bu figürlerin arasında bir gölgeydim, var ama görünmez. Onların hayatlarına dokunan ama hissedilmeyen bir fısıltıydım. İçimdeki her şey, onlarla olan bağlantımı artırırken, ben bu görünmezliğin içinde kayboluyordum. Her biri, benim içimde derin izler bırakıyordu ama yine de, aralarındaki görünmez iplerle bağlanamıyordum. Ben sadece, uçup giden bir rüzgarın parçasıydım.

Her karşılaştığım figürle, içimde açılan yaralar daha da derinleşiyordu. Biri, bu tanımsız boşluğun kollarında kaybolmayı arzularken, diğeri varlığımı haykırma isteğiyle dolup taşıyordu. İki zıt akıntı arasında sıkışıp kalmıştım; bir yanda yok olmanın sessiz huzuru, diğer yanda ise benliğimi geri kazanma çığlığı. İçimdeki bu huzursuz titreme, sanki bedenimin her hücresine nüfuz ediyor, avuç içlerimdeki ter, kaygının maddi bir göstergesi gibi belirmişti. Kararsızlık denizinde kaybolmak üzereydim, derinliklerinde her adımımda bacaklarımdaki güç azalıyor, dibe çekilişimi hissediyordum.

Sonra, bir sıcaklık. Anlık bir temasla, varlığım sarsılmaya başladı. Gözlerim, o sıcaklığın kaynağını ararken, sağ elimde başka bir elin varlığını fark ettim. Bakışlarım hızla yukarı kaydı ve orada, sesin sahibini buldum. O an, ruhumun derinliklerindeki kararsızlıklar birer birer dindi. Onun kim olduğunu anlamak için tek bir dokunuş yeterdi; kelimelere gerek yoktu. Mor saçları, rüzgârda dans ederken yanında parlayan boynuzları gördüm. O boynuzlar, bir iblisin korkutucu silahları gibi görünüyordu ama… hayır, o bir iblis değildi. Zihnimde onu böyle tanımlamak, her şeyden çok yanlış geliyordu. Diğer gördüğüm varlıklar gibi, o da içime bir huzur serpiyordu. Ve o boynuzlar, onun varlığında rahatsız edici değil, bir ayrıntıdan öteye geçemiyordu; sadece onu tamamlayan bir parça gibi görünüyordu.

Gözlerimdeki umutsuzluk, bu varlığın huzur dolu bakışlarıyla yerini meraka bıraktı. Bir dokunuş, kim olduğuna dair her şeyi anlamama yetiyordu. O an, bütün karamsar düşüncelerim birer birer suya karışıyordu. Bütün dünya, yalnızca onun etrafında dönüyordu. Belki de kaybolduğum bu boşlukta, yeniden varoluşumun anahtarı gizliydi. Yavaşça yaklaşırken, içimdeki karmaşa yerini yavaş yavaş bir netliğe bırakmaya başladı. Bu kişi, benim yeniden doğuşumun kapılarını aralayan bir ışık gibiydi. Ve ben, onun sıcaklığıyla yeniden varlığımı hissetmeye başladım.

Gözlerim, onun bakışlarına kenetlenmişti. Yüzündeki huzur, içindeki tereddütle çatışıyor gibiydi. Ama yine de… o burada, yanımdaydı. Elimi sıkıca kavrıyor, sanki cesaretimin canlanması için oraya gönderilmiş gibiydi. İçimdeki fırtınayı dindirmek, titreyen ruhumu sakinleştirmek için bir umuttu bu. Bakışları, kararlılıkla dolup taşarken, altında bir belirsizlik yatan derin sular gibiydi. Ama bu belirsizlik, boğmak yerine beni ona daha da yaklaştırıyordu; gözlerinde gördüğüm cesareti, ruhumun en derin köşelerine aşılamaya çalışıyordu.

Ve o an, beklediğim o sesi yeniden duydum. Zihnimde yankılanıyordu, ama bu kez sesin kaynağı tam karşımdaydı, buradaydı. Gerçekti. Varoluşumun bir yankısı değil, somut bir varlık olarak önümde duruyordu.

Bir soru, tüm kararsızlıkları paramparça ediyordu. İçimdeki fırtına durulurken, adımlarım ne geri çekilmek ne de kaçmak istiyordu artık. O an, onun yanında yürümek, bir hedefe ulaşmak, nihayet bir karar vermek… içimdeki derin kararsızlık, bir yere varmanın getirdiği özgürlüğe dönüşüyordu.

Konuşmaya yeltenmedim. Anlamsız sorular sormadım… Buranın neresi olduğunu ve onların kim olduğunu öğrenmek istemedim. Sadece başımla onayladım bu kadını. Onu takip etmek istedim sadece… Sanki onu takip edersem her şeyler açığa kavuşacakmış gibi hissettim. Tüm sorularım cevaba kavuşacak, varlığım anlamıyla bulaşacaktı adeta.
Image
KARAKTER
KÜNYE
İsim: Gadiel (Gad’iil)
Cinsiyet: Erkek
Yaş: 25
Boy: 1.72
Kilo: 70
Sınıflar: Sezici - Dengeli - Elementalist
İtibar: 7
Mevcut GP/AGP/İGP: AGP 10 / İGP 5
Mevcut Para: 3.000 Aclania Pulası

PROFİL
Güç: 7
Dayanıklılık: 7
Çeviklik: 7
İrade: 16
Zeka: 7

Aludir Statları
Görü: 10
Hakimiyet: 8
Mevcudiyet: 4

Karakterin Üzerinde Bulunan Ekipmanlar/Eşyalar
İBLİS
KÜNYE
İsim: Nuemsa (Hırçın Çocuk)
Cinsiyet: Kadın
Boy: 172
Kilo: 26
Tür: Peri
Yatkın Olduğu Teknik Sınıfı: İllüzyon
Yatkın Olduğu Element: Işık – Doğa (Elemental)
Seviye: Razguk

PROFİL
Varlık: 7
Güç: 4
Dayanıklılık: 8
Çeviklik: 4
Arun: 13
Duren: 13
İrade: 5

YETENEKLER
Çaresiz Haykırış

TEKNİKLER
Kutsal Boynuz (A seviye)
Kör edici Işık (C seviye)
Peri Dokunuşu (D seviye)
Öfkeli Peri (C seviye)
Doğanın Yargısı (A-rank / Karakteristik teknik)

İBLİSİN ÜZERİNDE TAŞIDIĞI EKİPMANLAR/EŞYALAR
User avatar
GM - Dimensio
Game Master
Game Master
Posts: 1852
Joined: 31 Jan 2022, 13:20

27 Sep 2024, 14:42

Elinden tutan kadına verdiğin olumlu baş işaretiyle, kadının yüzünde bir tebessüm beliriyor. Dünyada var olup açmış tüm çiçekleri kıskandıran tebessüm, gözlerinden ruhuna doğru süzülüyor, içindeki tüm kötülükleri silmek ister gibi. Sanki elini tutan kadın gözlerini kırpsa, tüm dünyan karanlık kaplanacak gibi… Tek bir kelime etmiyorsun, elinden tutup seni diğer gördüğün siluetlere götürürken. Her ne kadar bazı bakışların altındaki olumsuzlukları hissetsen bile, elini tutan kadının varlığı ile üzerine aşılmaz bir zırh giymiş gibi hissediyorsun. Bu haliyle, en ufak bir olumsuzluğun bile sana zarar vermeyeceğini biliyorsun.

Adımlarınız sürdükçe, daha da yaklaşıyorsun bez parçasının etrafında oturanlara. Gözlerin bir anda bez parçasının üzerine serilmiş yiyeceklere dönüyor… Apar topar hazırlanmışlar gibi ve pek de özenli görülmeye bu yiyecekler, bir piknik havası yaratmak için oldukça ideal görünüyorlar. Nitekim, bez parçasının ucunda gördüğün büyük bir sepet, son kalan eksik parçayı da tamamlıyor. Bez parçasının etrafında oturanlara bir kez daha baktığında, buraya bir piknik yapmaya gelmiş olmaları yüzünde istemsiz bir tebessüm yaratıyor. Tüm varoluşa aykırı bu manzara, bir anda gerçekliğin oluyor.

Elini tutan kadınla birlikte, bez parçasının yanına kadar geliyorsunuz. Bu kez gözlerin yanında duran kadına döndüğünü görüyorsun. Her birinin bakışlarındaki mana benzer mahiyette olsa bile, en azından kadının varlığını inkar eden türden olmuyor bu bakışlar. Kadın, diğerlerinin yanına geldiği anda kafasıyla hafifçe bir selam veriyor. Ardından ise bakışlarını heybetli adama doğru çeviriyor. Heybetli adam, önce elini tutan kadına ve ardından bakışlarını sana çeviriyor. Bu kez, heybetli adamın senin varlığını fark ettiğini, bizzat seni süzdüğünü anlayabiliyorsun. Ancak adam, tek bir kelime söylemeden başını eğerken elini tutan kadın hafifçe ona doğru itiyor seni. Kadının bu hamlesiyle, ayakların bir kez daha senden bağımsız bir işlev kazanıyor ve bez parçasının etrafını dolanarak heybetli adamın yanına kadar gidiyor. Heybetli adam, bir kez de yakından seni görmek ister gibi bakışlarını üzerine çeviriyor ve tok bir sesle konuşmaya başlıyor.


“Burada olması doğru mu?”

Adamın tok sesi, çoktan birkaç kaleyi fethetmeye yeter gibi dağılırken bu kez bakışların seni buraya getiren kadına çevriliyor. Kadın gözlerindeki kararlılıkla kafasını bir kez sallarken, bu kez vahşi bakışlı adamın konuştuğunu duyuyorsun.


“Hadi be! Şunun halini görmüyor musunuz?”

Vahşi bakışlı adam, senden tiksindiğini belli etmekten hiç de çekinmiyor gibi uzandığı bir elmayı eline alıp, sanki o elmanın senden çok daha değerli olduğunu göstermek ister gibi sertçe bir ısırık alıyor. Ancak masumiyetin sembolü gibi parıldayan uzun beyaz saçlı kadın bir anda bakışlarını sana çeviriyor.


“Bence hemen bir yargıya varmayalım…”

Çekingen kadın, bakışlarını kaçamak bir şekilde senin üzerinde tutarken, kafasıyla bu söylenenleri onaylıyor sessizce. Sanki bu onayını bile saklamak ister gibi ufak hareketlerle varlığını belli eden kadın, onayını vermesinden sonra ise yanaklarının kızarmaya başlamasını gizlemeye çalışıyor.


“Onun başardıklarını gördükten sonra, bence bir şansı hak ediyor.”

Sarı saçlı kadının duyduğun sesiyle bakışların ona doğru döndüğünde, sarı saçlı kadın hafifçe gülümseyerek bakıyor yüzüne. Adeta senden gelecek adına çok umutlu gibi görünmeye çalışsa bile, bunu şimdiden ilan etmekten kaçınır gibi görünüyor. Bakışlarınız, birbirinize başkaca şeyler de anlatmak ister gibi kıvranırken, siyah saçlı adamın sözlerini duyuyorsun.


“Beni bilirsiniz, sadece bir süre izlemekten yanayım.”

Adam, tereddütlü ancak inancı kırılmamış bir şekilde bakışlarını bir süre sende tuttuktan sonra umursamaz bir tavırla yeni bir yiyeceği aramaya başlıyor bez parçasının üzerinde. Gözlerin bir kez daha bez parçasına daldığında ise, anlamsız bir şekilde türlü tatlıların, meyvelerin ve içeceklerin her bir lokmayla arttığını fark ediyorsun. Yendikçe çoğalan sofrada kalan bakışlarına karşı vahşi bakışlı adam söze giriyor.


“Gözleriyle her şeyi yedi bitirdi! Onun burada yeri yok!”

“Kim olsa bu sofraya bakmaz mı zaten, ne alakası var?”

“Bakmak var, bakmak var! O bakınca azalıyor!”

“Sanki obursun da bahane üretiyorsun! Hem yiyecekten yana derdin mi var?”

“Olsun, bakmasın!”

“Aksilik etme işte, buraya kadar getirmişse bir bildiği vardır.”

“Şu diğer Aludire yapıldığı gibi mi olsun isterdin?”

“Hangisi?”

“Zenahpuryu vardı ya, unuttun mu?”

“Zenahpuryu! Tabi ya, Zenpuhyu gibi bir şey demiştim!”

“Zenahpuryu mu? O kimdi ki?”

“Şu ölen Aludir vardı ya…”

“Ha, evet! Ne karın ağrısıydı ama!”

“Beni bilirsiniz, onun dirilmesini sağlamak bencilce bir davranıştı.”

“Evet, kesinlikle çok yanlıştı.”

“Katılıyorum… Neyse ki bedelini ödedi…”

“Nereden aldı ki bu cesareti, ben anlamadım!”

“Münferit bir olaydı, kapandı gitti.”

“Beni bilirsiniz, O’nu durdurmaya çalıştım ama beni dinlemedi.”

“Durdurmak için ne yaptın? ‘Beni bilirsin, durmalısın.’ mı dedin?”

“Beni bilirsiniz, laflarına dikkat et!”

“Etmezsen ne olacak? Beni tehdit mi ediyorsun sen, ha?”

“Beni bilirsiniz, seni döverim!”

“Yaşasın! Kavga! Hadi birbirinizi dövün! Sizi destekliyorum!”

“Hey, hey- Biraz sakin mi olsak acaba?”

“Beni bilirsiniz, söyleyin efendi olsun!”

“Bak, bak, bak… Laflara bak! Kimden öğreniyorsun bu kelimeleri? Efendi falan?”

“Beni bilirsiniz, gerçekten şamarı yiyecek!”

“Ne? ‘Şamar’ mı? O ne be?”

“Beni bilirsiniz, bilmiyorum. Sadece söylemesi güzel.”

“Öhöööm… Konu mu dağıldı acaba? Bir şeyler söylemeyecek misiniz?”

“Evet… Gadiel… Evet…”

“Çok anlamlıydı!”

“Gadiel… Neden ve niye buradasın?”
Bu hesaba atılan özel mesajlar kontrol edilmemektedir.
User avatar
Gadiel
Aclanian Aludir
Aclanian Aludir
Posts: 198
Joined: 05 Jun 2023, 02:04

30 Sep 2024, 10:15

Yargılar, alaycı bakışlar ve sert sözler, sanki ruhumun derinliklerine saplanan hançerler gibi hissettiriyordu. Bu insanların gözlerinde bir yargı, varlığımın değersizliği gibi görünüyordu; ama o yargı, sadece bir maske gibiydi… Tıpkı benim kendi içimde taşıdığım belirsizlik gibi. "Burada olmam doğru mu?" sorusu, bir kez daha zihnimde yankı buluyordu, fakat içimde yanıt bulmaktan çok uzaktı.

Vahşi bakışlı adamın sözleri de, içimde yankı buluyordu: "Şunun haline bak!" Ona göre bir hiç, belki de sadece bir gölgeydim… ama daha da kötüsü, bir tehditte olabilirdim. Onun bakışlarındaki tiksinti, bana kendi içimdeki boşluğu hatırlatıyordu, Alamara'da yaşananların nedenini sorgulatıyordu. Bedenim bir fırtınanın ortasında kalmış, iradesi kırılmaya ramak kalmış bir ağaç gibi titriyordu. Fakat yine de buradaydım, ayaktaydım.

Beni buraya getiren o kararlılık… Sarı saçlı kadının bakışları hafif bir güven aşılamaya çalışsa da, sözlerinde bir tereddüt vardı. Sanki o da bana güvenmiyor, ama yine de bir umut ışığı taşıyordu. Oysa benim içimde, bir çığ gibi büyüyen bu sessizlik, tüm seslerin üstüne çökmeye çalışıyordu.

Ve o soru bir kez daha zihnimde yankılanıyordu… Neden buradayım?

Gerçekten neden buradayım? Bu sofrada, bu yargılayıcı gözlerin ortasında, varlığımın ne anlama geldiğini hâlâ bilmiyordum. Fakat içimde, Alamara’dan getirdiğim o karanlık anılar, beni ileriye itiyordu. Onlar sadece beni tüketen fırtınalar değildi; aynı zamanda beni yeniden şekillendiren birer çekiçti. Her darbe, varlığımı biraz daha kırarken, ruhumu yeniden dövdü.

Belki de buraya ait değilim. Ama bu, burada olmamam gerektiği anlamına gelmiyordu. Varlığımın yankısı, bu sofraya ağır gelebilirdi; fakat buradaydım ve buraya ait olup olmadığımı sadece ben belirleyebilirdim. İçimdeki, fırtınanın dindiğini hissettim. Kaçmak, geri adım atmak değil, kendi varlığımı, içimdeki güçle kabul ettirmek için burada olduğuma kendimi ikna ettim.

Gözlerim bir anlığına sarı saçlı hanımefendinin üzerinde gezindi, sanki ruhumda bir cevap varmışçasına. "Sanırım bu sorunun cevabını çoktan biliyorsunuz," dedim. Sözlerim, içimde yankılanan kadim bir fırtınadan kopup gelmişti. "Bu zamana kadar yaptığım her şey, burası gibi bir dünya içindi."

Gözlerim, yeşilin her tonuyla hayat bulan bu dünyada kısa bir an gezindi. Her şeyin güzelliği içinde, bir gölge gibi hissettim kendimi. "Bir Aludir olarak gözlerimi açtığımda, etrafımı saran tek şey dipsiz bir karanlıktı. Ne bir yol ne bir hatıra, yalnızca sessizliğin ve boşluğun içinde süzülen bir hiçlik." Sözlerim, içime işlemiş o karanlığın soğuk nefesini taşıyordu. "Karanlık önce bana adımı öğretti. Ardından, o adın ardına saklanmış kayıpları fısıldadı. Hiçbir şey bilmeden, o karanlığın içine daldım." Sözlerimle birlikte sessizlik bir an daha süzüldü, içimde yankı bulan bir hüzün gibi.

"Belki de her Aludir'in yaptığı gibi, bana ait olduğunu hissettiğim tek bir şeye tutundum," dedim, sesimde bir kırılganlık, bir özlem vardı. Bir an duraksadım, sanki kendi sesimin yankısını dinler gibi, sonra devam ettim.

"Kalbime güvendim. O hep bana bir yol gösterdi. Bazen beni savaşların içine çekti, bazen de bilinmezliklerin içine sürükledi. Ama her seferinde, beni yaşamın akışına bıraktı." Gözlerim yavaşça bana soruyu soran, en güçlü duruşuyla diğerlerinden sıyrılan figüre dikildi.

"Buradayım," dedim, sesimde bir sonbahar rüzgarının yumuşaklığı vardı. "Burada olmamı basit bir arzuya, bir hayale ya da güce bağlayamam. Bunlar, kalbimin fısıldadıkları karşısında o kadar küçük, o kadar önemsiz kalır ki... Siz kimsiniz, nesiniz bilmiyorum, ama gözlerimi kapattığımda tek bir arzum vardı; dünyanın yükünü omuzlayabilecek o derinlerde gizlenen Gadiel’i bulmaktı. Yine de, kalbimin açtığı yolda sizler karşıma çıktınız."

Bakışlarımı beyaz saçlıya çevirdim, içimde bir kasvetin izleriyle. "Sizlerle oturup uzun uzun konuşmak, her birinizin ruhunu tanımak isterdim. Fakat durdurmam gereken bir savaş var ve her bir an, kıvılcım olup yanmaya meyilli. O yüzden ne sofranızda gözüm var, ne de huzurunuzu bozmaya niyetim. Tek arzum, içimdeki kudreti keşfetmek; onunla yüzleşmek."

Sözlerim, soğuk bir rüzgar gibi dağıldı havada. Karanlığın içinde bir ışık bulmak umuduyla konuşmuştum, ama her kelime içimde derin bir yankı bırakmıştı.
Image
KARAKTER
KÜNYE
İsim: Gadiel (Gad’iil)
Cinsiyet: Erkek
Yaş: 25
Boy: 1.72
Kilo: 70
Sınıflar: Sezici - Dengeli - Elementalist
İtibar: 7
Mevcut GP/AGP/İGP: AGP 10 / İGP 5
Mevcut Para: 3.000 Aclania Pulası

PROFİL
Güç: 7
Dayanıklılık: 7
Çeviklik: 7
İrade: 16
Zeka: 7

Aludir Statları
Görü: 10
Hakimiyet: 8
Mevcudiyet: 4

Karakterin Üzerinde Bulunan Ekipmanlar/Eşyalar
İBLİS
KÜNYE
İsim: Nuemsa (Hırçın Çocuk)
Cinsiyet: Kadın
Boy: 172
Kilo: 26
Tür: Peri
Yatkın Olduğu Teknik Sınıfı: İllüzyon
Yatkın Olduğu Element: Işık – Doğa (Elemental)
Seviye: Razguk

PROFİL
Varlık: 7
Güç: 4
Dayanıklılık: 8
Çeviklik: 4
Arun: 13
Duren: 13
İrade: 5

YETENEKLER
Çaresiz Haykırış

TEKNİKLER
Kutsal Boynuz (A seviye)
Kör edici Işık (C seviye)
Peri Dokunuşu (D seviye)
Öfkeli Peri (C seviye)
Doğanın Yargısı (A-rank / Karakteristik teknik)

İBLİSİN ÜZERİNDE TAŞIDIĞI EKİPMANLAR/EŞYALAR
User avatar
GM - Dimensio
Game Master
Game Master
Posts: 1852
Joined: 31 Jan 2022, 13:20

01 Oct 2024, 14:27

Sözlerin uçsuz bucaksın yeşilliğin içinde dalgalanıp özgürce göklere erişirken, ortamda yüzüne bakmayanların bile ağzından çıkan her bir kelimeyi dikkatle dinlediğini anlayabiliyorsun. Hiçbiri sözünü kesme veya araya girme gibi bir davranışa yeltenmeden, dilediğince konuşmana imkan tanıyarak sözlerinin önemini gösteriyor. Özellikle sakallı adam bir an olsun bakışlarını senin üzerinden ayırmazken, o yüce heybetiyle sergilediği tavır karşısında kendini ayrıcalıklı hissediyorsun. İstemeyen bakışlar, tereddüt dolu tavırlar, çekingen kaçamak göz atmalar, inanmak isteyen gözler… Her bir kelimenle seni sarıp sarmalamaya başlıyor. Ağzından çıkacak tek bir kelime ile sonsuz bir murada veya sonsuz bir kahra savrulacağını bilerek ve hissederek, yine de dilediğince kuruyorsun cümlelerini. Ne uzun uzadıya konuşman ne de seçtiğin kelimeler dert olmuyor ortamdakilere, farklı bakışlara sahip olsalar da… Nihayetinde sözlerin tamamlandığında, dingin bir rüzgar esiyor saçlarına değmeyen. Büyük bir yağmur bulutu savruluyor tependen, tek bir yağmur damlası dökmeden… Tüm yer titriyor, tek bir bardağı bile devirmeden… Nihayetinde tüm bakışlar kendi özüne dönüyor sessizliğin gölgesinde. Zaman, anlamsız bir kavram olmaya savruluyor sadece…

Yıllardır açılmayan dudaklar, birkaç saniye önce aralanmış gibi hareketlenirken, heybetli adamın bakışlarını üzerine çevirmesiyle koca bir dağın altında direnmeye çalışıyorken buluyorsun kendini. Göklerin baskısı yetmezmiş gibi, bir de bu dağ ile baş etmek senin adına imkansızlığın en imkanlı hali gibi geliyor. Ancak tüm bu bakışların altında ezilmediğini fark ediyorsun. Bunun ne bir kabulleniş ne de bir reddediş olduğunu anlayabiliyorsun. Ne var ki, bu anlayışı da ne kabul ediyor ne de reddedebiliyorsun. Tek bir bakış ile ruhun karmaşayla dolup taşarken, heybetli adamın tok sesi yankılanıyor varlığını titretircesine.


“Her şeyi bilenler olsaydık, burada sana bir soru sormanın anlamı olmazdı… Bizler söyler, bildiklerini yüzüne vururduk… Bizler söyler, sen dinlerdin… Biz her şeyi bilenler değiliz, her şeyi bilebilecekken! Kalbin saf mı değil mi, bunu bilemeyiz… Hoş, bunu bilmek de bir maharet değil. İçindeki kudreti keşfedebilir misin? Bunu bilemeyiz… Onunla yüzleştiğinde altından kalkabilir misin? Bilemeyiz… Zira sen ve senin gibi diğerleri… Sadece kaderin bahşettikleriyle yeşeren varlıklardan ibaretsiniz!”

Heybetli adamın sözleri, onlarca kez kulağında yankılanıp ruhuna dolmaya başlarken gözlerin diğerlerinin üzerinde geziyor. Sana karşı tavırlarını ne olursa olsun, her birinin bu sözlerin altına imza attıklarını görebiliyor, hissedebiliyorsun. Bunun yanında, hiçbirinin bu konuşmaya dahil olmak istemediğini, heybetli adamın sözleri üzerine bir söz söylemelerinin mümkün olmadığını anlayabiliyorsun. Tüm otorite heybetli adama verilmiş olmasına rağmen, heybetli adamdan bu otoritenin yarattığı baskın havayı da alamıyorsun. Bakışların bir kez daha heybetli adama kaydığında, bir kez daha onun sesi ilişiyor kulaklarına.


“Kalbin ile kaderin arasında kalabilirsin… Arzuların kabuslarına karışabilir… Kabusların, arzularının vücut bulmuş hali olabilir… Sen tüm dünyanın yükünü omuzlamak isterken, dünyanın yükünün kendin olduğunu anlayabilirsin… O halde ne olacak Gadiel? Mesele gerçekten tüm dünyanın yükünü omuzlanan bir Gadiel yaratmak mı, yoksa kaderin sana gösterdiği Gadiel olmak mı? Bunu seçmek de kaderin bir parçası olsa bile, hangi Gadiel ismini idrak eder söylesene…”

Bu hesaba atılan özel mesajlar kontrol edilmemektedir.
User avatar
Gadiel
Aclanian Aludir
Aclanian Aludir
Posts: 198
Joined: 05 Jun 2023, 02:04

01 Oct 2024, 16:01

Sözlerim, sessizliğin göğsüne inen narin bir dokunuş gibi yankılandığında, o boşlukta eriyip sonsuzlukla buluşuyordu. Her kelime, rüzgârın görünmeyen elleriyle taşınıp, iz bırakmaksızın zamanın derinliklerine karışıyordu. Sözcüklerim o görmez gözlerde ince bir örümcek ağı gibi zihinlerine işliyordu. Düşük omuzlar, kaçan gözler, kıyısından bakılan anlar… Sanki her biri, kelimelerin ardına saklanmış gizli bir gerçeği arzuluyordu. Sesim ağır havada yankılanıp ruhlarına dokunan görünmez bir melodiye dönüşüyordu, her tını, onları bir adım daha içime çekiyordu.

Özellikle o sakallı adam—koca bir dağ gibi, heybetli ve devasa—bakışlarıyla ruhumun en karanlık dehlizlerinde dolanıyordu. Onun gözlerinde boğulmam gerekirken, aksine, kendimi hafifleyen bir tüy gibi hissediyordum. O dağın gölgesinde ezilmiyor, aksine sınırsız bir boşlukta süzülüyordum. Yargılama değildi bu, bir tür özgürlük sunuşuydu—kelimelerimin zincirlerini kıran bir anlayışın tezahürü gibiydi.

Etrafımda dönen gözlerin her biri, kendi dünyalarının kapılarından beni izliyor gibiydi. Kimisi gizli bir merakla, kimisi gönülsüzce, kimisi ise sadece uzaktan, fark edilmeden bakmak istercesine... Ama her bakış, ruhumda birer yankı bırakıyordu. Sözcüklerim onların kalplerine damlayan bir yağmur gibi dökülüyor, her kelime onların zihinlerinde genişleyip büyüyordu. O an, kendimi zamanın dışına çıkmış hissediyordum; sanki dünya durmuş, her şey bir sonsuzluk anında donup kalmıştı.

Ve sonra, rüzgâr aniden kesildi. Fakat bu bir son değildi, sadece yeni bir döngünün sessiz habercisiydi. Dünya bir an sustu, gökyüzü hareket etti ama tek bir damla bile yere düşmedi, toprak titredi fakat ne bir yaprak kımıldadı ne de bir çakıl yerinden oynadı. Bu sessizlik, dipsiz bir uçurumun dibinde yankılanan bir fısıltı gibiydi, derin ve anlam dolu.

Zaman, o anda çözüldü ve yok oldu. Ne geçmiş vardı ne gelecek; sadece anın mutlaklığı, varoluşun çıplak yüzü. Sözlerim nihayete erdiğinde, sessizlik her şeyi yutmuştu, fakat bu boşluğun içinde sakallı adamın derin bakışları üzerime eğildi. Dağın zirvesinden aşağıya bakan bir dev gibi, ruhumun en derinlerine uzandı. O devin ağırlığı altında ezileceğimi sandım, ama aslında, o ağırlık benim kendimden doğuyordu. Ruhum, bu baskının altında ezilmek yerine, onunla dans ediyor, varlığını bu ağırlıkta buluyordu.

O anda ne bir kabulleniş ne de bir reddediş vardı içimde. Sadece varoluşun kırılgan ipinde dengede duruyordum; yokluk ve varlık arasında incecik bir çizgide süzülüyordum. Sakallı adamın sesi yankılandığında, içimde bir fırtına patladı, ama o fırtına beni savurmadı; aksine, içimdeki boşlukta tatlı bir huzurla dönmeye başladı.

Ve işte o anda, bir anlığına bile olsa, kendimi bulduğumu hissettim—rüzgârın her şeyi taşıyıp götürdüğü, zamanın durduğu o kısacık, ebedi anda.

İşte tam o an, nefes alır gibi, cevabımı fısıldadım:

“Kader, sık sık önceden yazılmış bir hikaye gibi düşünülür. Sanki bir gölge gibi her anımızın üzerinde dolaşan, kaçınılmaz bir yazgı… Ancak bence bu büyük bir yanılgıdır. Çünkü kader dediğimiz şey, sadece pasif bir izleyiciye dönüşüp beklememizi istemez bizden. Aksine, ona karşı atılan her adım, verilen her karar, bir dokunuşla şekillenir bana göre.”

Sözlerim havada asılı kaldı. Her kelime, bir ok gibi boşluğa saplanıyordu. Sakallı adamın bakışlarının derinliğinde kendimi kaybetmem gerekirken, aksine, ruhumun o boşlukta nasıl hafiflediğini hissediyordum.

“İnsan iradesi, kaderin en güçlü silahıdır. Biz, seçimlerimizle geleceğimizi inşa ederiz. Her bir adım, yaşam yolumuzdaki taşlardan biridir. Kader belki de bu taşları yollarımıza serer, ama hangi yoldan yürüyeceğimiz, hangi taşı alıp hangi taşı bırakacağımız bizim elimizdedir.”

Bu kelimeler, sanki birer dalga gibi genişleyip o ağır atmosferin içine yayılıyordu. O anın içindeki sessizlik, bir tür anlaşma gibiydi, sanki dünya ve ben aynı nefesi paylaşıyorduk.

“Elbette, bazı olaylar kontrolümüz dışında gerçekleşir. Ancak insanın asıl gücü, bu olaylara nasıl tepki verdiğinde saklıdır. Kader, bizi biçimlendiren bir güçse, biz de kaderi şekillendiren zanaatkarlarız. Savaşırken, çabalarken, öğrenirken, her başarısızlıkta yeniden ayağa kalkarken, aslında kaderimizin mimarları oluruz.”

Sakallı adamın yüzünde bir değişim arıyordum, bir anlık bile olsa. Bir fırtınanın huzursuz titreşimiyle dolup taşarken, devam ettim:

“Kaderin sabit bir çizgi olduğunu düşünmek, insanın yaratıcı gücünü küçümsemek demektir. Her seçim, her mücadele ve her hayal, kaderin iplerini ellerimize verir. Bizim yaptıklarımız ve yapmadıklarımız, kim olduğumuzu ve nereye gideceğimizi belirler. Kader, bizi sınırlayan bir duvar değil, cesaretle tırmanabileceğimiz bir dağdır. Ve zirveye ulaştığımızda anlarız ki, o dağın her yamacını biz kendimiz çizmişizdir.”

Derin bir nefes aldım, kelimelerimin ağırlığını hissettim. Gözlerim adamın gözlerine kilitlendi, ruhlarımızın derinliklerinde bir karşılaşma yaşanıyordu, sanki sınırları olmayan bir alanda dostça kılıç tokuşturuyorduk. Sözlerimin sonuna geldiğimde, adımı bir fısıltıyla mühürledim:

“Gadiel bir isim… Onun nasıl bir isim olacağına karar vermek ise benim elimde. Eğer kaderimin bir uzvu dünyaya yük olacak bir Gadiel’e uzanıyorsa, diğer uzvunun tam tersi olmasını sağlamak benim vazifemdir.”

Sözlerim sona erdiğinde, ortamdaki hava neredeyse elle tutulur bir yoğunluğa sahipti. Sessizliğin içindeki yankılar, devasa bir fırtınanın öncesindeki sakinlik gibiydi. O sırada gözlerim adamın bakışlarında kaybolmuştu. Ruhumun derinliklerine ulaşan o gözlerin arkasında neyi barındırdığını merak ediyordum. Bir anlık bir tereddütten sonra, sessizliği bozmaya cesaret ettim.

“Müsaadenizle, ben de birkaç şey sormak isterim,” dedim, sesim önceki kadar sakin ama derindi. “Sözlerinizden bir insan olmadığınızı düşündüm. İblis gibi hissettirmiyorsunuz… Peki siz tam olarak nesiniz? Bana neden burada olduğumu sordunuz, peki siz neden beni huzurunuza kabul ettiniz?”

Bu sorular, boşluğun içinde yankılanıp sonsuzluğa yayılan bir çağrı gibiydi. O an, kaderin çizgisinde yeni bir düğüm atılıyordu sanki. Bu düğüm dönüp dolaşıp beni mi boğacaktı yoksa bana yeni bir yol mu olacaktı, bunu bilmiyordum.
Image
KARAKTER
KÜNYE
İsim: Gadiel (Gad’iil)
Cinsiyet: Erkek
Yaş: 25
Boy: 1.72
Kilo: 70
Sınıflar: Sezici - Dengeli - Elementalist
İtibar: 7
Mevcut GP/AGP/İGP: AGP 10 / İGP 5
Mevcut Para: 3.000 Aclania Pulası

PROFİL
Güç: 7
Dayanıklılık: 7
Çeviklik: 7
İrade: 16
Zeka: 7

Aludir Statları
Görü: 10
Hakimiyet: 8
Mevcudiyet: 4

Karakterin Üzerinde Bulunan Ekipmanlar/Eşyalar
İBLİS
KÜNYE
İsim: Nuemsa (Hırçın Çocuk)
Cinsiyet: Kadın
Boy: 172
Kilo: 26
Tür: Peri
Yatkın Olduğu Teknik Sınıfı: İllüzyon
Yatkın Olduğu Element: Işık – Doğa (Elemental)
Seviye: Razguk

PROFİL
Varlık: 7
Güç: 4
Dayanıklılık: 8
Çeviklik: 4
Arun: 13
Duren: 13
İrade: 5

YETENEKLER
Çaresiz Haykırış

TEKNİKLER
Kutsal Boynuz (A seviye)
Kör edici Işık (C seviye)
Peri Dokunuşu (D seviye)
Öfkeli Peri (C seviye)
Doğanın Yargısı (A-rank / Karakteristik teknik)

İBLİSİN ÜZERİNDE TAŞIDIĞI EKİPMANLAR/EŞYALAR
User avatar
GM - Dimensio
Game Master
Game Master
Posts: 1852
Joined: 31 Jan 2022, 13:20

02 Oct 2024, 09:27

Sözlerin yeşilliği Güneş’e boğan ışıltılarla dökülürken ağzından, heybetli adamın kısık gözleriyle senin her bir kelimeni takip ettiğini görebiliyorsun. Ne kadar konuşursan konuş, yüzündeki ifadede hiçbir değişiklik olmayan heybetli adamın sözlerine katılıp katılmadığını anlaman pek de mümkün olmuyor. Ortamdaki diğer kişiler, gözlerinin içine bakmasa bile senin her sözüne dikkatle kulak veriyor. Ancak bu aşamada hiçbiri konuşmaya müdahil olmak ister gibi görünmüyor. Sözlerin bu kez sorulara dönüşmeye başladığında, heybetli adam hafifçe başını sallamaya başlıyor. Bu hareketiyle sanki bu soruların geleceğini önceden bilirmiş gibi bir hava yaratan heybetli adam, tüm cümlelerin sonlandığında diğerlerine bir bakış atıyor. Her birini bakışlarıyla tarttıktan sonra kısık gözlerini bir kez daha üzerine dikiyor heybetli adam.

“Yaşadığın bu anlarda bizim kim veya ne olduğumuzun gerçekten bir önemi var mı? İnsan veya iblis… Onların ötesinde veya her şeyin üstünde… Bu senin için neyi değiştirir?”

Heybetli adamın sorduğu sorular kalbine sertçe inen yumruklar gibi hissettirmeye başlıyor. Heybetli adamın sözlerinde bir garez veya inat sezmesen bile, adeta varlıklarının bu aşamada önemsiz olduğunu vurgulamak ister gibi savurduğun sözleriyle birlikte derin bir nefes alıyor heybetli adam.


“Kader ile ilgili düşüncelerin, ancak seni bağlar. Bunlara göre yaşamak veya aksini kabullenmek… Sana kaderi anlatacak veya anlattıklarımı benimsemeni sağlayacak değilim… Nasıl ki özgür iradenle yaşamayı seçtiysen, aynı şekilde devam edeceksin, kaderin tüm bahşettiklerine rağmen! Lakin bir noktada yanılıyorsun Gadiel…”

Tüm dünya sanki sessizlikle kutsanmış gibi pür dikkat heybetli adamın sözlerine bağlı şekilde dönmeye başlarken, yeşilliğin içinde beliren yersiz bir çoraklaşmaya takılıyor gözlerin. Sanki tüm düzenin içerisinden çıkartılan tek bir çarkla adım attığın toprak, tüm yeşilliğe bilenircesine çoraklaşmaya başlıyor. Kuru bir kahverenginden ibaret toprak, ufak çatlamalarla birlikte tüm canlılığının sonuna geldiğini gözler önüne seriyor. Buna rağmen, ortamdaki kimsenin yüzünde veya bakışlarında bir telaş veya endişe görmüyorsun. Bulunduğun yerden ilerlemek ve tekrar yeşile kavuşmak için can çekişen ruhuna rağmen vücudundaki her bir uzvun kaskatı kesilişiyle, tüm bu çoraklığın varlığın olduğunu düşünmeye başlıyorsun.


“İşte Gadiel ismi… Ne olacağına karar vermek istiyorsan, bunu isminden bağımsız yapamazsın! Çünkü, Gadiel ne yapmak istediğini bilen, ancak ne olduğunu bilmeyen saf bir insan! Bir ismi almak kolaydır, lakin ismi anlamak çok daha fazlasıdır… Bu yüzden, Gadiel, kabullendiğin isminin bahşettiklerini omuzlamak ve dünyayı buna göre şekillendirmek istiyorsan, önce ismini anlamalısın! Onu kabullenmen yetmez, onu idrak etmelisin…”

Heybetli adamın sözleriyle birlikte bastığın toprak bir anda tekrar yeşillenmeye başladığında, bu kez yeşilliğin sanki tüm bedenini sarmalamak ister gibi büyüdüğünü görüyorsun. Adeta senden bağımsız bir varlığın, seninle yaşamasını andıran bir tatta, önce bir yok oluşu ardından da var oluşu gözlemliyorsun sadece. Toprak çoraklaşırken ruhunun çürüdüğünü ve yeşerirken ruhunun şenlendiğini… Her bir yeşilin içerisinde isminin dalgalandığını…


“Ve sen, Gadiel… İsminin anlamını bilsen, bunu kaldırabileceğine inanıyor musun?”
Bu hesaba atılan özel mesajlar kontrol edilmemektedir.
User avatar
Gadiel
Aclanian Aludir
Aclanian Aludir
Posts: 198
Joined: 05 Jun 2023, 02:04

02 Oct 2024, 16:13

Ruhum, yavaşça kül olan bir parşömen gibiydi, kıvranarak, incecik bir rüzgârın baskısına bile boyun eğen. O adamın bakışları, solgun ve karanlık bir gökyüzü misali üzerime çöküyor, kelimelerimse birer damla kara mürekkep gibi akıyordu boşluğa. Sözlerim gölge gibi süzülüp kaybolurken, ne sesimde bir yankı, ne yüzünde bir iz bırakabiliyordum. Onun sessizliği, bir fırtınanın öncesindeki derin sükûnet gibiydi; ne kabaran bir deniz, ne de esen bir rüzgâr… Sadece o durgun, boşluktan beslenen sessizlik, her sözümü yutuyor, beni yokluğa itiyordu.

Cümlelerimin son yankısı, ona savurduğum sorulara ulaştığında, adamın gözlerinde beliren o donuk parıltı, sanki çoktan yazılmış bir kehanetin yansımasıydı. Sözlerim, bir nehrin kaçınılmazca denize varması gibi ona akar, ama o, bu akışı çok önceden bilirmişçesine tepkisiz dururdu. Sanki her kelimem, çoktan solmuş bir çiçeğin kopartılması kadar önemsizdi onun gözünde; zaten rüyasında görüp unuttuğu bir gelecekti, benim ağzımdan dökülenler.

Bakışları, bir yaprağın rüzgârda savruluşu gibi, sofranın etrafında oturanların üzerinde kısa kısa gezinip tekrar bana döndü. Gözlerinin her birine değip geçtiği anda, sanki bir anlık fırtına esmiş, ama hiçbir iz bırakmamıştı. Ardından bakışları, bana saplanmış bir hançer gibi geri döndü; sessiz ama derindi.

Konuşmaya başladığında, sözleri keskin bir kılıç gibi havayı yarıyordu; ama o kılıcın soğukluğu tenime değmedi, boynumda tehditkâr bir ağırlık bırakmadı. Sözlerinin kenarlarında ne bir dost eli, ne de bir düşman tılsımı vardı. Sanki her kelimesi, bir savaştan ziyade sisin içinde belirsiz bir yol arayan bir rehberin adımları gibiydi, ne taraf tutuyor ne de yargılıyordu; sadece yankılanıyor, kayboluyordu boşlukta.

Ne olduklarını asla tam olarak öğrenemedim. Ancak, bu sorunun peşine düşmek gibi bir arzuyu da içimde taşımıyordum. Kaderle ilgili düşüncelerimin yalnızca beni ilgilendirdiğini açıkça belirtmişti; sanki bir sırlar denizinde boğulmaktansa, sadece kendi dalgalarımda yüzmem gerektiğini hatırlatır gibiydi.

Sözleri bir anlığına sustuğunda, içimde kıpırdayan o huzursuz hisle, yeşilin sonsuzluğuna uzanan bu topraklara bir kez daha baktım. Fakat o an gördüm; tıpkı bir virüs gibi, kuraklık yeşilin damarlarında yavaşça yayılıyordu. Küçük bir noktada filizlenmişti, ama şimdi o ağır kahverenginin gölgesi tüm diyara çökerken, ruhum bir buzulun içine gömülmüşçesine dondu. Soğuk, içimi ele geçirirken diğerleri sanki hiçbir şey değişmemiş gibi, bu çoraklaşmayı da her şey gibi sıradan karşılıyordu. Ama ben, derinlerde, bu çöküşün kaynağının ben olduğuma inanıyordum; sanki her kuruyan dal, içimdeki çoraklıkla besleniyordu.

Adımı söylediklerinde, sanki içimde bir yankı oluştu. "Gadiel…" Bu ismin ağırlığı her zaman üzerimdeydi, ama şimdi, kelimelerin içindeki o gizli keskinlikle daha da belirginleşiyordu. Bu sözler, ruhuma işleyen birer bıçak gibiydi. İsmimin ardında saklanan gerçek, benim henüz çözemediğim bir bilmeceydi.Ne kadar doğruydu bu sözler, bir o kadar da acımasız. Ne olduğunu bilmeden ne yapabileceğini bilen biri… Bu, ruhumu bir uçurumun kıyısına sürükleyen bir çelişkiydi.

Adım, sadece bir kelime değildi; içinde bir kader taşıyor, bana ait olmayan bir dünyanın yükünü sırtıma yüklüyordu. Omuzlarımda hissettiğim bu ağırlık, sadece ismimden mi geliyordu? Yoksa ismimin taşıdığı yükten mi?

Kabullenmek… Zaten kabullenmiştim, ama idrak etmek… İşte, işin en zor kısmı buydu. İsmin anlamını kavramadan, adımlarıma yön vermeye nasıl cesaret edebilirdim? İçimde bir boşluk büyüyordu, sanki bu ismin altında ezilmemek için onun özünü çözmem gerekiyordu. Ama bu kadar belirsizliğin içinde, kendimi ne kadar bulabilirdim?

Adamın sözleri yankılanmaya devam ettikçe, ayaklarımın altındaki toprak bir anda yeşermeye başladı, sanki yıllardır gömülü olan yaşam aniden uyanıyordu. Bu yeşillik, önce toprağı, ardından beni kucaklamak istercesine büyüdü, her bir yaprağıyla bedenime sarılıp içime işliyordu. Benden bağımsız bir varlık gibiydi, fakat aynı zamanda beni bir parçası haline getiriyordu. Yokluk ile varlık arasında sıkışmıştım; bir döngünün sessiz tanığı, kayboluşun ve yeniden doğuşun arasında duran bir gölgeydim.

Toprak çoraklaşırken, ruhumun da aynı şekilde çürüdüğünü hissediyordum; içimdeki tüm umutlar, birer solgun yaprak gibi dökülüyordu. Ama yeşillik yeniden filizlenmeye başladığında, ruhumun da onunla birlikte canlandığını, ışıkla dolduğunu fark ettim. Sanki her yeni yaprak, içimde yankılanan bir şarkıydı; ve o şarkıda, ismim rüzgârda dalgalanıyordu.

Bu yeşillik sadece bir manzara değildi, ismimin yankısıydı; her bir yaprakta, her bir filizde adımın titreşimini duyabiliyordum. Gadiel… Bir isimden fazlası, varoluşumun özünü taşıyan bir tohum gibi… Ve o tohum, şimdi toprağın derinliklerinden çıkıp, beni sararak yeniden filizleniyordu.

Önce Gadiel, kurak bir toprak gibi, hayatın nektarından mahrumdu; şimdi ise yeşilin her tonunda yankılanan bir yaşam arzusuydu.

Sorduğu sorunun ağırlığı, zihnimde bir an duraksama yarattı. Ama içimdeki cesaretle yanıtladım: “İsmimin anlamını bilsem, bu ağır yükü kaldırabileceğime inanıyorum.” Gözlerinin derinliklerine bakarak, sözlerimi devam ettirdim: “Bu inanç, içimde filizlenen yeşil bir umut gibi, karanlıkların arasında parlayan bir yıldız. Tıpkı çorak toprakların derinliklerinde saklı olan yaşam tohumları gibi, ismimin özü de ruhumun en kuytu köşelerinde gizleniyor. Eğer bu tohumları keşfedip besleyebilirsem, içimdeki kuraklık yerini canlı bir bahara bırakacak gibi hissediyorum.

Sözlerimin ve eylemlerimin çoraklaşmasına izin verirsem, yokoluşun ağır yükünü sırtımda taşırım. Fakat eğer ismimi anlar ve onu kucaklarsam, belki de o kurak topraklar yeniden canlanacak; yeşilin her tonuyla hayata dönecek. Bu sürecin zorlu olacağını biliyorum; çorak bir arazinin yeniden canlanması için savaş vermek gerekir, her bir filiz için mücadele etmeyi göze almak zorundasınız.

Ama ismimle yüzleşmek, içimdeki derin çoraklığa hayat verecek, bana yeniden doğuşun kapılarını aralayacak. Sonunda, yalnızca ismimin anlamını değil, kendimin özünü de keşfetmiş olacağım; belki de bu yolculuk, ruhumun yeşermesi için bir bahçe yaratacak.”
Ve en sonunda sustum ve bekledim.
Image
KARAKTER
KÜNYE
İsim: Gadiel (Gad’iil)
Cinsiyet: Erkek
Yaş: 25
Boy: 1.72
Kilo: 70
Sınıflar: Sezici - Dengeli - Elementalist
İtibar: 7
Mevcut GP/AGP/İGP: AGP 10 / İGP 5
Mevcut Para: 3.000 Aclania Pulası

PROFİL
Güç: 7
Dayanıklılık: 7
Çeviklik: 7
İrade: 16
Zeka: 7

Aludir Statları
Görü: 10
Hakimiyet: 8
Mevcudiyet: 4

Karakterin Üzerinde Bulunan Ekipmanlar/Eşyalar
İBLİS
KÜNYE
İsim: Nuemsa (Hırçın Çocuk)
Cinsiyet: Kadın
Boy: 172
Kilo: 26
Tür: Peri
Yatkın Olduğu Teknik Sınıfı: İllüzyon
Yatkın Olduğu Element: Işık – Doğa (Elemental)
Seviye: Razguk

PROFİL
Varlık: 7
Güç: 4
Dayanıklılık: 8
Çeviklik: 4
Arun: 13
Duren: 13
İrade: 5

YETENEKLER
Çaresiz Haykırış

TEKNİKLER
Kutsal Boynuz (A seviye)
Kör edici Işık (C seviye)
Peri Dokunuşu (D seviye)
Öfkeli Peri (C seviye)
Doğanın Yargısı (A-rank / Karakteristik teknik)

İBLİSİN ÜZERİNDE TAŞIDIĞI EKİPMANLAR/EŞYALAR
Locked

Return to “Alamara Şehri”