Karanlık… Ona teslim olmak, onun tarafından sarmalanmak, karanlığın kendisi olmak… O’nun umurunda değildi. Hatta mutluydu bu durumdan. Öfkesinin canlılığı, ona alacağı intikamlar için bir kudret bahşediyordu sanki. Nefreti, alacağı her bir can için mutlak bir güçle attırıyordu adımlarını. Ve karanlık… Sanki vücudunun bir uzvu, en başından olması gereken ama daha yeni keşfettiği, arzuladığı ama arzuladığının farkında olmadığı, kendisini tamamlayan bi yarım gibiydi. Eski Zenahpuryu, olması gereken kişi değildi. Zihnini içerisinde, Zenahpuryu’nun kim olduğu bile kalmamıştı. Sadece hissettiği duygular…
Nefretin dünya üzerindeki varlığı…
Karanlığın kudretli varisi…
Gözlerini tekrardan açtığında, bembeyaz bir boşluğun içerisindeydi. Çürümüş kokular, patlamış cesetler, ölü adamlar, hiçbiri ortada değildi. Kör edici bir beyazlığa doğru bakmakla yetinebiliyordu sadece, çalıştırabildiği tek duyusu gözleriydi. Onun da ne kadar çalıştığından emin değildi. Kendisini sarmalayan bir havayla birlikte, bir duyusu daha çalışmaya başlıyordu, ancak bu havanın varlığından bile emin olamıyordu. Sanki, yüzlerce kez ölmüş, ancak yüzlerce kez yaşamış, hiçbir evrende bulunmayan, var olmaması gereken, belki de gerçekten var olmayan biri olarak duruyordu öylece.
Birkaç saniye… Birkaç yüzyıl… Zamanın var olduğu ve olmadığı bu anlarda, gülme sesiyle hafif bir titreme eşlik ediyordu kendisine. Kulakları, sanki yüzyıllardır duymamış, bir sese hasret kalmıştı. Bir ses duymanın verdiği hazla kollarında gezen kanı görebiliyordu. Bu beyazlığa yakışan gülümseme, hoş bir kokuyla burnuna dolmaya başlıyordu genç adamın. Bakışları, sesin kaynağına yöneliyordu heyecanla. Sanki tüm bu evren, bu gülümsemeye sahip gibi geliyordu. Bir yana dönse tersinden, bir yana dönse diğerinden geliyordu gülümseme ve koku. Kokunun tatlılığı arttıkça, daha fazla ulaşmak için arzu duymaya başlıyordu. Bu bir istekten ziyade, bir zorunluluk gibiydi. Onu görmeli, hissetmeliydi. Daha fazla. Daha fazla…
Ağzına dolaşan lezzet, yaşayan bir bedeni anımsatıyordu genç adama. Ancak o, yok olduğunun farkındaydı. Almazath ve Maeve, kendisini öldüren bu iki iblis ve diğeri… Yanında duran… Ejderha… Dostu… Minik boylu… Kendisini üstüne kapanmak için ölüme doğru sürüklediği yoldaşı… İsmini hatırlayamıyordu. Onun için ettiği intikam yeminleri, duyduğu öfke, nefret, teslim olduğu ve kendisine dönüştüğü karanlığa rağmen… İsmi…
Gülümsemenin sesi artıyordu kendisine yaklaştıkça. Ne kadar zaman geçtiğinin farkında değildi. Bir parıltı, kendisine doğru sürüklenerek gelse de, adım attıkça uzaklaşıyordu genç adamdan. Adımları geriye gittiğinde ise yaklaşıyordu. Adımlarını kendisinin attığını bile bilmiyordu. Ayaklarını hissetmiyordu. Parıltı, kendisine daha fazla yaklaşıyordu. Daha görünür bir halde duran parıltıya hayranlıkla bakıyordu. Uzun bacakları ve herhangi bir zamana ait giib durmayan kıyafet parçaları. Bakışlarını kaldırıyordu yavaşça. Narin elleri, uzun bacaklarıyla bir kadın duruyordu. Varlığından haberdar olamadığı rüzgarda savrulan saçları, mükemmelliği tamamlıyordu sanki. Karşısındaki kadında, bu mükemmelliği daha da kusursuzlaştıran bir güzellik görmeyi umuyordu.
Bakışlarını yukarı kaldırmaya çalıştığında, görünmeyen bir el tarafından kafası yere doğru bastırılıyordu. Parıltılar içerisindeki kadının yüzünü görmemesi için uğraşılıyordu. O güzelliği görmek, bu anı unutmamak istese de, göremeyeceğini anlıyordu. Boyun eğmek dışında, başka bir çare göremiyordu. Ancak kadının naif ses tonu, kulaklarına doluyordu. Sanki her gün ona fısıldıyor, ancak onunla konuşmamaya yemin etmiş gibi. Tek bir kelimesi bile, her şeye değecek olan o mükemmel ses. Ömür boyu duyulacak olsa, asla bıkılmayacak olan o ses.
Sakince, her duygusundan arınmış bir şekilde dinledi kadını. Cevap verme sırası kendine geçtiğinde, mutluydu. Bu kadınla konuşacak olmanın mutluluğu, onu etkiliyordu. Yıllar boyu burada kalmış kör zihni çalışmamaya devam ederken, karanlıkla kaplanmış kalbi konuşmaya girmek için can atıyordu sanki.
“Hayır…”
Diyerek cevap verdi kadına. Her duygudan arınmış, içini döken bir adam gibi. Belki de her şeye rağmen, yeminini bozmayan, tekrar ve tekrar yeminler eden, hissedemese bile ismini bile hatırlayamadığı dostunun intikamını kalbinin en ücra köşelerinde alevler içinde canlı tutan, kararmış kalbinin içerisinde öfkesini taşımaya devam eden bir adam gibi…
“Ben o Zenahpuryu değilim. O, öldü.”
Kısa bir sessizliğin içine gömüldü acı haberi verdikten sonra. Belki de yüzyıllarca süren bir sessizlik. Sonrasında tekrardan açtı ağzını.
“Ben, yeniden doğdum. Öfkenin Adı, Nefretin Varlığı olarak. Karanlığın Varisi olarak…”
Belki de, isminin anlamını keşfediyordu, belki de anlamını tamamen yitiriyordu. Almazath’ın sözleri kulağına akın etmeye başladı. İsminin anlamını, öğrenemeyecek hale geldiğinde öğreteceğini... Bazı sonların birer başlangıç olduğu… Belki de isminin anlamını yaşaması için ölmesi gerekiyordu, belki de yitirmek için…
“Sen şefkatlisin…”
…
“Ben zalim…”
…
“Sen naifsin…”
…
“Ben kaba…”
…
“Sen güzelsin…”
…
“Ben çirkin…”
…
“Sen bir şarkısın kulaklarıma dolan, duyduğum en güzel olan.”
…
“Ben bir ağıtım duyulmamak için çabalanan…”
…
“Sen, en parlak ışıksın, sanki ışığın varlığı…”
…
“Bense karanlığım, parlamasam da yayılacağım.”
…
Kalbi, konuşmasına devam ediyordu. Yine kısa bir sessizlik, belki de uzun, belki de hiç var olmayan…
“Ben ki, Zenahpuryu, kendimle birlikte karanlığı iki diyara saçacak olanım. Ben ki, dostumu çalan, ismini bile unutturan iblislerden ve soydaşlarından intikam alacak olanım. Karanlığın Varisi… Karanlığı beraberinde taşıyacak olan, ölümü bir sevgili gibi kucaklayan, karanlığın kendisi olacak olan… Ben Zenahpuryu’yum. Beni tekrardan selamla, Zenahpuryu’yu selamla!”
Karşısındaki ışığın zıttı… Karanlığın ta kendisi… Tekrardan doğuyordu... İlk uyanışına tanıklık eden bu parıltının, tekrardan kendine tanıklık etmesini istiyordu... Bir an önce buradan çıkmak, karanlığı diyarlara salmak... Tek isteğiydi belki de kalbinden gelen. Vücudu ve karşı koyamadığı zihni tam tersi, bu güzelliğin içerisinde kalmak istese de, kalbini dinlemek istiyordu.