Vearis’in dudaklarında sönmek üzere olan sigarasının dumanı, kelimelerimle dans ediyordu. İlk anlarda, bakışları kayıtsızca cümlenin sonuna sürüklenirken, duvarların arasında kaybolan bir ses gibiydim. Fakat öfkem, tırnaklarıyla zihnini kazımaya başladıkça, o keskin çelik rengi gözlerini üzerime dikiverdi. Anlık bir zaferdi bu—Eletha’nın adını fırlattığımda, suratında gördüğüm o kırık cam parçaları... Kaşları çatılmış, çenesi gerilmiş, öfkesiyle bir heykel gibi sertleşmişti. İşte o an, belki de ilk kez, Vearis’in maskesini kırmıştım.
Ama Zenahpuryu’nun neşesi, tıpkı bir bahar rüzgârı gibi araya doluverdi. Sözleri, Vearis’in kasvetini eritirken, benim içimdeki fırtınayı da dindiriyordu. Onun gülüşüne yansıyan umut, odanın karanlık köşelerini bile ısıtmıştı. Vearis’in sigarasının yere düşüşünü izledim—bir vazgeçiş değil, bir tür teslimiyetti bu. "Haklısınız..." diye mırıldandığında, sesindeki o kırılgan kabullenme, yılların yorgunluğunu taşıyordu. Alamara’ya bizi göndermesindeki gizli amaç, artık bir sır değildi. Belki de düğüm çözülmüştü, ama ben hâlâ iplerin ucunu avuçlarımda hissediyordum.
Sonra birden, soru geldi. Ölümden dönüşümüz... Dudaklarımdan dökülen o sözler metafor değildi, evet. Yaralarımızın derinliğini biliyordu, ama ruhumuzdaki çatlakları asla. Zenahpuryu’nun "Yaşlı Dede"yi anmasıyla Vearis’in gözlerinde parlayan merak, içimi ürpertti. O ismi telaffuz etmek, karanlık bir labirentin kapısını aralamak gibiydi. Vearis’in bakışları aramızda gezindiğinde, Zenahpuryu’ya baktım. Gülümsemesi hâlâ sıcaktı, ama gözlerinde bir tedirginlik... Sanki anlatılmayan bir hikâyenin gölgesiydi bu.
"Bilmem gereken bir detay var mı?"
Bu soru... Beni düşündürdü. Zen'i ise uzunca bir konuşmaya itti. Yaşadığı her şeyi tek tek anlattı ve o konuştukça kafamda yapacağım konuşma biraz daha oturdu. Çünkü bilinmezlikler, Zen'in sözleri ile daha bilinir bir hal aldı benim için.
Zen'in konuşması bittiğinde ise sözlerin hükmünü ben devir aldım ondan.
“Evet… öldüm.” dedim, kelimeler dilimden ağır ağır döküldü, sanki hâlâ o anın soğuk gölgesindeydim. “Karras’ın bedenime işlediği yaranın ağırlığıyla, Eletha ve yoldaşlarının kana bulanmış ayak izlerinin altında kaldım. Çamurla karışmış bir sondu bu… Ölüm, sandığım gibi bir karanlık değildi. Ne bir sondu ne de bir yok oluş. Daha önce, karanlığın içinde yeniden doğduğum o ilk an gibi... bir geçitti. Ama bu kez geçidin ötesinde beni bekleyenler vardı.”
Sözlerim kısa bir sessizlikte yankılandı. Gözlerim uzak bir geçmişe kaydı. Zamanın dışında bir ana.
“Zen’in ‘yaşlı dede’ diye andığı o varlıklar... Öldüğümde onlardan oluşan bir grup ile ikinci kez karşılaştım. İlk seferinde kim olduklarını bile anlayamamıştım. Ama ikinci kez... ikinci kez isimlerinin ağırlığını hissettim.”
Yutkundum, o tanrısal sessizliğin içinde yankılanan isimleri anımsayarak devam ettim.
“Kadimler...” dedim, neredeyse fısıltıyla. “Wuther, onlara böyle seslenmişti. Onlar ki her ismin özünü bilenlerdi. Her yazgıyı gözlemleyip, hiçbirine dokunmayan ama hepsine tanıklık edenlerdi. Ve elleriyle, neyin geri dönüp neyin sonsuza karışacağını seçenlerdi... İşte ben, onların arasında yeniden biçimlendim. Ölüm, onların ellerinde sadece bir karar anıydı. Ve ben, o kararın geri çevrilen tarafı oldum.”
Gözlerimi Vearis'in gözlerine diktim.
"Wuther... Hep benimleydi." Kısa bir an Zen'e döndüm. "Ve eminim ki seninleydi de." gözlerim tekrardan Vearis'e döndüğünde, bir kılıç kadar keskindi. " "Benliğim paramparça olduğunda, bir canavar gibi her şeyi yok ettiğim o dipsiz kuyuda… Beni karanlığın pençesinden çeken o oldu. Almazath'ı nasıl yere serdiğimi hatırlamıyorum… Ama onun fısıltılarını, kemiklerime işleyen o sesi asla unutmayacağım. Ölümümün eşiğinde bile, doğuşumun ilk çığlığında bile… Hatta Kadimler’in o solgun tahtlarının önünde ikinci kez boyun eğdiğimde bile…" Sesim bir an kırıldı, sanki yüreğime saplanan bir hançerin gölgesi geçti üzerinden. "Anılarım duman olup savrulmuş olsa da, ruhumda onun varlığının korunduğunu hissediyorum. Sanki…" Duraksadım, yıldızların ömrü kadar eski bir sırrı itiraf eder gibi,
"Sanki bir devrin tozlarını silkelediğimde, kökleri zamanın derinliklerine uzanan bir çınar gibi hep oradaydı."
Sustum.
Yutkundum.
Sanki boğazıma oturan bir zaman parçasıydı, ne geçmişe ait ne de şimdiye...
Yumruklarımı sıktım; avuçlarımda yalnızca sessizlik çatladı.
"Vearis..." dedim fısıltıyla, ama içinde bir çağrı vardı, yankısı göklere uzanan bir sitem gibi.
"İblis lordu… Eletha… Wuther... hatta Azuldir bile…
Herkes bir doğuşu bekliyordu. Bizim doğuşumuzu.
Neden?"
Gözlerim onun gözlerinde yanıt ararken, sözlerim ağırlık kazandı, kaderin kendisine yönelmiş bir emir gibi:
“Şimdi sıra sende.”
“Bildiğin her şeyi anlat bize. Saklama. Korkma. Erteleme.
Çünkü ben, ancak gerçeğin yükünü omuzladığımda size kardeş olabilirim.
Ancak sırlar çözülürse kardeşliğimiz anlam bulur. Anlat ki… Zen, bu yolda yalnızca bir kılavuz değil, bir ışık olsun.
Ve diğerleri…
Kiminin kaderinde kaybolduğu, kiminin sorumluluktan kaçtığı o eski günlerin aksine…
Artık herkes, üzerine düşeni yapabilsin.”
Ama Zenahpuryu’nun neşesi, tıpkı bir bahar rüzgârı gibi araya doluverdi. Sözleri, Vearis’in kasvetini eritirken, benim içimdeki fırtınayı da dindiriyordu. Onun gülüşüne yansıyan umut, odanın karanlık köşelerini bile ısıtmıştı. Vearis’in sigarasının yere düşüşünü izledim—bir vazgeçiş değil, bir tür teslimiyetti bu. "Haklısınız..." diye mırıldandığında, sesindeki o kırılgan kabullenme, yılların yorgunluğunu taşıyordu. Alamara’ya bizi göndermesindeki gizli amaç, artık bir sır değildi. Belki de düğüm çözülmüştü, ama ben hâlâ iplerin ucunu avuçlarımda hissediyordum.
Sonra birden, soru geldi. Ölümden dönüşümüz... Dudaklarımdan dökülen o sözler metafor değildi, evet. Yaralarımızın derinliğini biliyordu, ama ruhumuzdaki çatlakları asla. Zenahpuryu’nun "Yaşlı Dede"yi anmasıyla Vearis’in gözlerinde parlayan merak, içimi ürpertti. O ismi telaffuz etmek, karanlık bir labirentin kapısını aralamak gibiydi. Vearis’in bakışları aramızda gezindiğinde, Zenahpuryu’ya baktım. Gülümsemesi hâlâ sıcaktı, ama gözlerinde bir tedirginlik... Sanki anlatılmayan bir hikâyenin gölgesiydi bu.
"Bilmem gereken bir detay var mı?"
Bu soru... Beni düşündürdü. Zen'i ise uzunca bir konuşmaya itti. Yaşadığı her şeyi tek tek anlattı ve o konuştukça kafamda yapacağım konuşma biraz daha oturdu. Çünkü bilinmezlikler, Zen'in sözleri ile daha bilinir bir hal aldı benim için.
Zen'in konuşması bittiğinde ise sözlerin hükmünü ben devir aldım ondan.
“Evet… öldüm.” dedim, kelimeler dilimden ağır ağır döküldü, sanki hâlâ o anın soğuk gölgesindeydim. “Karras’ın bedenime işlediği yaranın ağırlığıyla, Eletha ve yoldaşlarının kana bulanmış ayak izlerinin altında kaldım. Çamurla karışmış bir sondu bu… Ölüm, sandığım gibi bir karanlık değildi. Ne bir sondu ne de bir yok oluş. Daha önce, karanlığın içinde yeniden doğduğum o ilk an gibi... bir geçitti. Ama bu kez geçidin ötesinde beni bekleyenler vardı.”
Sözlerim kısa bir sessizlikte yankılandı. Gözlerim uzak bir geçmişe kaydı. Zamanın dışında bir ana.
“Zen’in ‘yaşlı dede’ diye andığı o varlıklar... Öldüğümde onlardan oluşan bir grup ile ikinci kez karşılaştım. İlk seferinde kim olduklarını bile anlayamamıştım. Ama ikinci kez... ikinci kez isimlerinin ağırlığını hissettim.”
Yutkundum, o tanrısal sessizliğin içinde yankılanan isimleri anımsayarak devam ettim.
“Kadimler...” dedim, neredeyse fısıltıyla. “Wuther, onlara böyle seslenmişti. Onlar ki her ismin özünü bilenlerdi. Her yazgıyı gözlemleyip, hiçbirine dokunmayan ama hepsine tanıklık edenlerdi. Ve elleriyle, neyin geri dönüp neyin sonsuza karışacağını seçenlerdi... İşte ben, onların arasında yeniden biçimlendim. Ölüm, onların ellerinde sadece bir karar anıydı. Ve ben, o kararın geri çevrilen tarafı oldum.”
Gözlerimi Vearis'in gözlerine diktim.
"Wuther... Hep benimleydi." Kısa bir an Zen'e döndüm. "Ve eminim ki seninleydi de." gözlerim tekrardan Vearis'e döndüğünde, bir kılıç kadar keskindi. " "Benliğim paramparça olduğunda, bir canavar gibi her şeyi yok ettiğim o dipsiz kuyuda… Beni karanlığın pençesinden çeken o oldu. Almazath'ı nasıl yere serdiğimi hatırlamıyorum… Ama onun fısıltılarını, kemiklerime işleyen o sesi asla unutmayacağım. Ölümümün eşiğinde bile, doğuşumun ilk çığlığında bile… Hatta Kadimler’in o solgun tahtlarının önünde ikinci kez boyun eğdiğimde bile…" Sesim bir an kırıldı, sanki yüreğime saplanan bir hançerin gölgesi geçti üzerinden. "Anılarım duman olup savrulmuş olsa da, ruhumda onun varlığının korunduğunu hissediyorum. Sanki…" Duraksadım, yıldızların ömrü kadar eski bir sırrı itiraf eder gibi,
"Sanki bir devrin tozlarını silkelediğimde, kökleri zamanın derinliklerine uzanan bir çınar gibi hep oradaydı."
Sustum.
Yutkundum.
Sanki boğazıma oturan bir zaman parçasıydı, ne geçmişe ait ne de şimdiye...
Yumruklarımı sıktım; avuçlarımda yalnızca sessizlik çatladı.
"Vearis..." dedim fısıltıyla, ama içinde bir çağrı vardı, yankısı göklere uzanan bir sitem gibi.
"İblis lordu… Eletha… Wuther... hatta Azuldir bile…
Herkes bir doğuşu bekliyordu. Bizim doğuşumuzu.
Neden?"
Gözlerim onun gözlerinde yanıt ararken, sözlerim ağırlık kazandı, kaderin kendisine yönelmiş bir emir gibi:
“Şimdi sıra sende.”
“Bildiğin her şeyi anlat bize. Saklama. Korkma. Erteleme.
Çünkü ben, ancak gerçeğin yükünü omuzladığımda size kardeş olabilirim.
Ancak sırlar çözülürse kardeşliğimiz anlam bulur. Anlat ki… Zen, bu yolda yalnızca bir kılavuz değil, bir ışık olsun.
Ve diğerleri…
Kiminin kaderinde kaybolduğu, kiminin sorumluluktan kaçtığı o eski günlerin aksine…
Artık herkes, üzerine düşeni yapabilsin.”



